HAKKA DAVET FORUMU
 
*
Hoşgeldiniz, Ziyaretçi.Lütfen giriş yapın veya kayıt olun. 28 Mart 2024, 13:17:58


Kullanıcı adınızı, parolanızı ve aktif kalma süresini giriniz


Sayfa: [1]   Aşağı git


Eğer üye iseniz lütfen üye girişinden giriş yapınız.

Eğer üye değilseniz 10 saniyenizi ayırarak üye olabilirsiniz. 

Dosyaları indirebilmek ve de içerikleri görebilmek için

üye olmanız gerekmektedir.


  Yazdır  
Gönderen Konu: Kaçınılması Gereken İkinci Husus: ‎Tevil Etmek  (Okunma Sayısı 8958 defa)
0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« : 04 Aralık 2018, 00:07:17 »


Metin:‎
Kaçınılması gereken ikinci husus: ‎Tevil etmek


Tevil;
bir lafza, zahiri manasını kaldırdıktan sonra ‎başka bir mana vermektir. Tevil, şu üç şekilde gerçekleşir: ‎
‎1- Avamın kendi kendine tevil etmesi.‎
‎2- Avamın, bilen kişiden tevili öğrenmesi. ‎
‎3- Bilen kişinin kendi kendine tevil etmesi.‎

Açıklama:‎
İmam Gazali, Kur’an ve sahih sünnette Allah hakkında ‎varit olan müteşabih lafızlarla ilgili herhangi bir tasarrufta ‎bulunmamak adına uzak durulması gereken ikinci şeyin ‎tevil etmek olduğunu belirtip önce tevilin ne olduğunu ‎açıklıyor: Tevil; lafzın asıl olan zahiri manasını vermeyip ‎Arap diline uygun olarak başka bir mana vermektir.‎
Akabinde İmam Gazali tevilin; avamın kendi kendine ‎tevil etmesi, bilen kişinin tevil edip bunu avama bildirmesi ‎ve bilen kişinin kendi kendine tevil etmesi olarak üç ‎şekilde ortaya çıkabileceğini ifade ediyor.‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #1 : 05 Aralık 2018, 00:01:03 »


Metin:‎
Şimdi bunları tek tek açıklayalım: ‎
‎1- Avamın kendi kendine tevil etmesi. ‎

Bu, haramdır. Bu, yüzmeyi bilmeyen bir kişinin derin ‎ve tehlikeli bir denize dalması gibidir. Yüzmeyi bilmediği ‎halde denize dalarak canını tehlikeye atan kişinin yaptığı ‎amel, şüphesiz haramdır. Marifetullah (Allah’ı bilme) ‎denizi ise su denizinden daha derin, daha tehlikeli ve ‎bilmeyen için daha zararlıdır. Çünkü su denizinde tehlike, ‎en kötü ihtimal kişinin boğulması ve böylece hayatını ‎kaybetmesidir. Yani su denizi sadece fani olan hayatı yok ‎eder. Marifetullah (Allah’ı bilme) denizi ise bilmeyerek ‎girenin ebedi hayatını yok eder. İşte bu iki tehlike ‎arasındaki fark elbette çok büyüktür. ‎

Açıklama:‎
İmam Gazali rahmetullahi aleyh avamın kendi kendine ‎tevil etmesini, yüzme bilmeyen bir kişinin derin ve ‎tehlikeli bir denize dalmasına benzetmektedir. Nasıl ki ‎yüzme bilmeyen kişi derin bir denize girdiğinde hayatını ‎tehlikeye atmış olur ve bu onun için haramdır, avamın da ‎Allah’ın zatı ve sıfatlarıyla ilgili meselelerin derinine ‎inmesi haramdır. Çünkü bu meselenin tehlike boyutu, ‎yüzme bilmeyenin derin denize girmesiyle meydana ‎gelecek tehlikeden çok daha büyüktür. Zira derin bir ‎denize giren yüzme bilmeyen kişi ancak dünya hayatından ‎olur, Allah’ı bilme denizine giren avam ise Allah’ın zatı, ‎sıfatları hakkında hataya düşerse -ki bu çok yüksek ‎ihtimaldir küfre kadar gidebilir ve böylece ebedi hayatını ‎kaybeder. İşte bu tehlikeden kaçınmak için avamın kesinlikle tevile yeltenmemesi gerekir.‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #2 : 06 Aralık 2018, 00:08:12 »


Metin:‎
‎2- Avamın, bilen kişiden tevili öğrenmesi.‎

Bu tevil, aslında âlimin tevilidir, ancak âlim yaptığı ‎tevili avama bildirir. Bu da önceki gibi yasaklanmıştır. ‎
Bunun misali; yüzmeyi bilen bir kişinin, kendisiyle ‎beraber yüzmeyi bilmeyen, kalbi korkak ve bedeni ‎dayanıksız olan bir kişiyi denize çekmesine benzer. Bu ise ‎haramdır. Çünkü bu, yüzme bilmeyen kişiyi tehlikeye ‎maruz bırakmaktır. Yüzme bilen kişinin, sahile yakın ‎olduğunda yüzme bilmeyen kişiyi korumaya gücü yetse ‎bile denizin ortasında, dalgalar yükseldiğinde korumaya ‎gücü yetmez. Eğer sahile yakın yerde durmasını ‎emrederse yüzme bilmeyen ona itaat etmez. Dalgalar ‎kabardığında ve timsahlar ağızları açık bir şekilde onu ‎yutmak için sahile geldiğinde ona “sakin ol” dese de ‎yüzme bilmeyenin kalbi ve bedeni titrer, sakin ol emrini ‎duymaz ve takati olmadığı için onun bu dediğini yapamaz.‎
İşte bu örnek; avama Allah hakkında kullanılan ‎lafızların zahiri manasına uymayan manalar vermesi için ‎tevil ve tasarruf kapısını açan âlim hakkında doğru bir ‎örnektir.‎
Edebiyatçı, dil âlimi, hadis âlimi, tefsir âlimi, fıkıh âlimi, ‎kelam âlimi ve hatta (aşağıda) zikredeceklerim dışındaki ‎bütün âlimler avam hükmündedir. Ancak Allah’ı bilme ‎denizinde yüzmeyi öğrenmek için tüm meşgaleleri terk ‎ederek çaba gösteren, bütün ömürlerini bunu öğrenmek ‎için harcayan, dünya ve şehvetlerinden yüz çeviren; ‎maldan, candan, halktan ve dünyanın bütün ‎lezzetlerinden yüz çeviren, ilim ve amel konusunda ‎Allah’a ihlaslı olan, şeriatin bütün sınırlarına uyan, Allah’ın ‎bütün emirlerine riayet eden, Allah’ın emirlerine itaat ‎etme konusundaki bütün adapları yerine getiren, Allah’ın ‎yasakladığı her şeyden uzak duran, kalplerini tamamen ‎Allah için boşaltan, Allah dışındaki bütün varlıkları kalbinden dışarı atan, dünyayı hakir gören, ahireti ve hatta ‎Firdevsi’l-A’lâ’yı Allah’ın muhabbeti yanında basit gören ‎kişiler; işte Allah’ı bilme denizine dalabilecek olanlar ‎sadece bunlardır. Onlar bile bu özelliklerine rağmen yine ‎de büyük tehlike içindedirler. Onların on kişisinden ‎dokuzu helak olur, ancak bir kişisi gizlenmiş olan değerli ‎taşı ve saklanmış olan sırrı elde edebilir ve bundan dolayı ‎mutlu olabilir. İşte bu kişiler Allah tarafından kendilerine ‎ilk önce iyilik verilecek olanlar ve kazananlardır. ‎
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: ‎
وَرَبُّكَ يَعْلَمُ مَا تُكِنُّ صُدُورُهُمْ وَمَا يُعْلِنُونَ
‎“Rabbin onların göğüslerinin sakladıklarını da ‎açığa vurduklarını da (en ince teferruatıyla) bilir.” ‎‎(el-Kasas: 69) ‎

Açıklama:‎
İmam Gazali rahmetullahi aleyh tevili avam değil de bilen ‎kişi yapsa bile onun bu tevili avama bildirmesinin yine ‎haram olduğunu bildiriyor ve bu meseleyi de bir örnek ‎üzerinden açıklıyor.‎
Bilen kişinin yaptığı tevili avama bildirmesi, yüzme ‎bilen kişinin yüzme bilmeyen kişiyi denizin derin, tehlikeli ‎bölgesine çekmesine benzer. Yüzme bilmeyen kişi yüzme ‎bilen kişinin güvenliğinde denizin ortasına gelse bile ‎tehlikeyle karşılaştığında paniğe kapılıp yüzme bilen ‎kişinin nasihat ve uyarılarını algılayamaz ve yüzme bilen ‎kişi sahildeyken onu korusa da bu noktada ona hiçbir ‎faydası olmaz. Böylece yüzme bilmeyen kişinin hayatını ‎tehlikeye sokmuş olur. Allah’ı bilme denizi yani Allah’ın ‎zatı ve sıfatlarıyla ilgili meselelerin incelikleri ise su ‎denizinden çok daha tehlikelidir. Bu sebeple bilen kişi ‎kendisi tevil etse de bu tevili avama bildirmemelidir ki ‎onu tehlikeye atmış olmasın. ‎
İmam Gazali’nin inancına göre Allah-u Teâlâ ‎hakkındaki bazı müteşabih sözlerin manasını belli ‎vasıftaki kimselerin bilmesi muhtemeldir. Bu manayı ‎avam bilemeyeceği gibi edebiyatçılar, dil bilgisi âlimleri, ‎muhaddisler, müfessirler, fakihler ve kelam âlimleri de ‎bilemezler. Yani bu ilimlerle uğraşmaları, onların bu ‎manaları bilebileceği anlamına gelmez. Bilebilecek ‎olanlar; Allah’ı bilme denizinde yüzmeyi öğrenmek için ‎tüm meşgaleleri terk ederek çaba gösteren, bütün ‎ömürlerini bunu öğrenmek için harcayan, dünya ve ‎şehvetlerinden yüz çeviren; maldan, candan, halktan ve ‎dünyanın bütün lezzetlerinden yüz çeviren, ilim ve amel ‎konusunda Allah’a ihlaslı olan, şeriatın bütün sınırlarına ‎uyan, Allah’ın bütün emirlerine riayet eden, Allah’ın ‎emirlerine itaat etme konusundaki bütün adapları yerine ‎getiren, Allah’ın yasakladığı her şeyden uzak duran, Allah ‎için kalplerini tamamen boşaltan, Allah dışındaki bütün ‎varlıkları kalbinden dışarı atan, dünyayı hakir gören, ‎ahireti ve hatta Firdevsi’l-A’lâ’yı Allah’ın muhabbeti ‎yanında basit gören kişilerdir. Ancak İmam Gazali ‎bunların bile tehlike içinde olduğunu; onda dokuzunun bu ‎yolda helak olacağını, sadece birinin marifet denizindeki ‎saklı incileri yani Allah hakkında sözün manasını ‎bilebileceğini söylemektedir. Çünkü Allah-u Teâlâ bu ‎ikramı dilediğine verir.‎

Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #3 : 07 Aralık 2018, 02:21:31 »


Metin:‎
‎3- Bilen kişinin içinden tevil etmesi. Yani yaptığı tevili sadece kendisi ve böyle bir tevil ‎yaptığını Allah-u Teâlâ bilir, başka kimse bilmez.‎

Bilen kişinin “‎الإسْتِوَاء‎ (istiva)” ve “‎فَوْقَ‎ (fevk: üst)” lafızlarından kastedilen mana konusunda ‎içinden yaptığı tevil hususunda üç ihtimal olabilir:‎
a) Düşündüğü mana katidir, bunda herhangi bir şüphesi yoktur. ‎
b) Düşündüğü mana şüphelidir. ‎
c) Düşündüğü mana aglabuzzanla böyledir. ‎
Eğer düşündüğü mana kati ise ona inanması gerekir. Eğer düşündüğü mana konusunda ‎kalbinde şek ve şüphe varsa ondan uzak durup şüpheli olarak düşündüğü mananın, Allah-u ‎Teâlâ ve Rasulü sallAllahu aleyhi ve sellem’in sözünden kastedilen mana olduğuna ‎hükmetmemelidir. Çünkü Allah ve Rasulü, onun şek ve şüphe ile tercih ettiği manadan başka ‎bir manayı kastetmiş olabilirler. O halde düşündüğü mana konusunda şüphe eden kişiye vacip ‎olan, duraklamaktır. ‎
Eğer düşündüğü mana aglabuzzanna dayanıyorsa bilmen gerekir ki zannın iki yeri vardır:‎
Birincisi: Aglabuzzanla tercih ettiği mananın Allah hakkında caiz olduğunu kesin bilir; ‎fakat Allah-u Teâlâ’nın muradının, caizliğini kesin olarak bildiği mana olup olmadığı ‎konusunda tereddüdü vardır.  ‎
İkincisi: Aglabuzzanla düşündüğü mana, Allah hakkında caiz olmasına rağmen bu şeyin ‎gerçekleşmiş olup olmadığı konusunda tereddüdü vardır.‎

Açıklama:‎
İmam Gazali burada üçüncü bir tevil durumundan bahsediyor ki bu, bilen kişinin kendi ‎kendine tevil etmesi ve bu tevilin Allah ile onun arasında kalması, kimsenin bilmemesidir. ‎
İmam Gazali “‎الإسْتِوَاء‎ (istiva)” ve “‎فَوْقَ‎ (fevk: üst)” kelimeleri üzerinden bilen kişinin kendi ‎kendine yaptığı tevilin kesinlik açısından üç durumu olduğunu ve bunlara karşı bilen kişinin ‎ne yapması gerektiğini açıklıyor. Şöyle ki: ‎
‎1) Bilen kişinin tevil ettiği mana kesindir yani bunda bir şüphesi yoktur. Eğer böyle olursa ‎bilen kişinin bu manaya inanması gerekir. ‎

‎2) Bilen kişinin tevil ettiği mana şüphelidir. Eğer böyle olursa o manadan uzak durması ve ‎manayı söyleyene (Allah’ın kavli ise Allah’a, Rasulün kavli ise Rasule) havale etmesi gerekir. ‎Şayet bu manaya inanırsa Allah’ın veya Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in muradı ‎hakkında zanla hüküm vermiş olur. ‎

‎3) Bilen kişinin tevil ettiği mana galip zanla böyledir. Bu durumda zannının iki şeye ‎taalluku vardır: ‎
Birincisi; galip zanla düşündüğü mana Allah hakkında kesin olarak caizdir ancak bu ‎lafzın Allah hakkında caiz olan başka manaları da bulunmaktadır. Bu durumda Allah-u ‎Teâlâ’nın bu caiz olan manalardan hangisini kastettiği konusunda şüphe hâsıl olur. ‎
İkincisi; galip zanla düşündüğü mana Allah hakkında caizdir fakat bu lafızdan Allah-u ‎Teâlâ onun bilmediği caiz olan başka bir manayı kastetmiş olabilir mi, bu konuda tereddüt ‎hâsıl olur. ‎
Ardından İmam Gazali bu iki taallukun daha iyi anlaşılması için örnekler veriyor.‎

Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #4 : 08 Aralık 2018, 02:40:47 »


Metin:‎
Birincisine örnek: ‎

‎“‎فَوْقَ‎ (fevk: üst)” lafzını manevi yükseklik olarak tevil etmektir. Tıpkı “Sultan vezirin ‎üstündedir.” yani “Sultan mertebe olarak vezirden üstündür.” sözünde olduğu gibi. Allah’ın her ‎şeyden manevi olarak yüksekliğe sahip olduğu konusunda asla şüphemiz yoktur. Fakat Allah-‎u Teâlâ’nın; “Onlar (melekler, hep ibadet ve itaat üzere olmalarına rağmen mertebe olarak) ‎üzerlerinde olan Rablerinden (sulta, kuvvet ve kudretinden dolayı) korkarlar.” (el-‎Nahl: 50) ayetindeki “‎فَوْقَ‎ (fevk: üst)” lafzına dair şöyle bir tereddüdümüz olabilir: Bu ‎lafızdan Allah-u Teâlâ hakkında manevi yükseklik mi kastedilmiştir yoksa Allah’a layık olan ‎başka bir mana mı kastedilmiştir? Şüphesiz bu lafızdan mekân yüksekliği kastedilmemiştir. ‎Çünkü bu, cisim olmayan için imkânsız olduğu gibi cisimde sıfat olmayan için de imkânsızdır. ‎Dolayısıyla yüce Allah hakkında asla bunu düşünmeyiz.    ‎

Açıklama:‎
İmam Gazali, bilen kişinin galip zanna dayanan tevilinin taalluk ettiği birinci şeye örnek ‎olarak fevk lafzını ele alıyor. “‎فَوْقَ‎ (fevk: üst)” lafzı; “Sultan vezirin üstündedir.” sözünde ‎olduğu gibi manevi yükseklik olarak tevil edilebilir. Manevi olarak yüksek olma, Allah’a layık ‎olan bir manadır. Zira Allah-u Teâlâ bütün mahlukattan mertebe olarak üstündür. ‎
‎“Onlar (melekler, hep ibadet ve itaat üzere olmalarına rağmen mertebe olarak) ‎üzerlerinde olan Rablerinden (sulta, kuvvet ve kudretinden dolayı) korkarlar.” ayetine ‎gelince, burada Allah’a nispet edilen “‎فَوْقَ‎ (fevk: üst)” lafzının Allah’a hem layık olmayan hem ‎de layık olan manası vardır. Mekân yüksekliği manasının Allah’a layık olmadığını bildiğinden, ‎bilen kişi zaten Allah’ı bu manadan takdis eder. Fakat Allah’a layık olan “manevi üstünlük” ‎manasına gelince, acaba Allah-u Teâlâ’nın buradaki “‎فَوْقَ‎ (fevk: üst)” lafzından kastettiği bu ‎mudur yoksa Allah hakkında caiz olan başka bir mana mıdır? İşte bunu bilmediği için bilen ‎kişinin yaptığı bu tevil hakkında kesin hüküm vermekten uzak durması gerekir.‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #5 : 09 Aralık 2018, 01:09:16 »


Metin:‎
İkincisine örnek: ‎

‎“Arşa istiva” lafzının tevilidir. Bu lafızla Allah-u Teâlâ, ‎arşa özel bir şey yaptığını bildirmek istemiştir. Şöyle ki: ‎Allah-u Teâlâ bütün âlem üzerindeki tasarrufunu ve âlemi ‎tedbirini (idaresini) gökten yere arş vasıtasıyla yapar. ‎‎(Bütün kâinatın kontrol ve idare merkezini arş kılmıştır.) ‎Yani âlemde bir şey yapmak istediğinde mutlaka bunu ‎önce arşta yapar. (Böyle bir tevil akla gelebilir.) Tıpkı bir ‎ressam veya yazarın, beyaz kâğıt üzerinde bir resim veya ‎kelimeyi şekillendirmeden önce o şeyi beyninde ‎canlandırmasına benzer. Ya da bir mimarın, yapacağı ‎binanın planını önce beyninde oluşturup sonra pratiğe ‎uygulamasına benzer. Kalbin de kendi âlemi olan insan ‎bedeni üzerindeki işleri beyin vasıtasıyla kontrol edilir. ‎‎(Bilen kişi bu şekilde düşünebilir.) Ancak (arşa istiva ‎lafzını “Allah arşı kontrol merkezi kılmıştır ve bütün ‎kâinatı arştan yönetir.” manasında düşünürsek) Allah’a ‎böyle bir şey yaptığını isnat etmenin caiz olup olmaması ‎konusunda tereddüt ederiz. Bu, Allah onu vacip kıldığı için ‎mi böyledir yoksa sünneti gereği mi böyledir? Bunun zıddı ‎imkânsız olmasa bile…‎
Şunun gibi: Allah’ın sünneti gereği insan kalbi, ancak ‎beyin vasıtasıyla bedenini yönetir. Eğer Allah-u Teâlâ ‎dilerse insan kalbine, beyin olmaksızın bütün bedeni ‎yönetme imkânı verir, Allah buna kadirdir. Fakat Allah-u ‎Teâlâ ezeli iradesiyle kalbin ancak beyin vasıtasıyla bedeni ‎yönetmesini istediğinden ve kadim ilminde bu sabit ‎olduğundan dolayı bunun zıddının gerçekleşmesi ‎imkânsızdır. Bu imkânsızlık, Allah’ın kudretinde bir kusur, ‎acziyet olduğu için değil, ezeli iradenin ve ezeli ilmin ‎aksinin olması mümkün olmadığı içindir. ‎
Allah-u Teâlâ bu konu hakkında şöyle buyuruyor: ‎

‏ ‎وَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّةِ اللّٰهِ تَبْدِيلاً‎

‎“Allah’ın sünnetinde asla bir değişme bulamaz‎sın.” (el-Ahzab: ‎‎62)‎

Allah’ın sünneti (belli hâl üzere olmasını takdir ettiği ‎şeyin o hâl üzere kalması) vacip olduğu için değişmez. ‎Onun vacip oluşu, ezeli irade onu vacip kıldığı içindir ‎‎(Allah bu şeyin böyle olmasını irade etmiştir), yoksa ‎kendisi bizatihi vacip değildir. Vacip kılınmasının sonucu ‎da vacip olmasıdır. Bunun zıddının olması ise imkânsızdır. ‎Kendisi bizatihi imkânsız olmasa bile Allah’ın ilminde ‎böyle olmasından ve Allah’ın böyle irade etmesinden ‎dolayı imkânsızdır. Eğer bu şeyin zıddının gerçekleşmesi ‎imkânsız olmazsa, Allah’ın ezeli ilmi cehalete dönüşmüş, ‎ezeli dilemenin olması da engellenmiş olur. ‎
Ancak, Allah-u Teâlâ’nın istiva ile arşı bütün mülkün ‎idare merkezi kılması aklen caiz olsa bile bu şey gerçekte ‎olmuş mudur? Meseleleri derinlemesine düşünen akıl ‎sahibi bir kimse bu konuda tereddüt edebilir, belki de var ‎olduğunu zanneder (çünkü elinde kesin delil yoktur). ‎
İşte bu, lafzın (istiva ve fevk lafızlarının) manası konusunda nefiste oluşan zannın misalidir. Birinci misalde ‎bilen kişinin düşündüğü mana Allah-u Teâlâ hakkında ‎sahih ve caiz olan bir mana olsa bile lafızdan kastedilen ‎mananın bu olup olmadığı konusunda, ikincisinde ise ‎düşündüğü mananın Allah-u Teâlâ hakkında caiz olup ‎olmaması konusunda zan hâsıl olmuştur. Bu ikisi ‎arasında fark vardır. ‎

Açıklama:‎
İmam Gazali galip zanna dayanan tevilin ikinci ‎taallukuna arşa istiva meselesini örnek veriyor. Bilen kişi ‎arşa özel bir nispetin olduğunu ve bunun Allah’a layık ‎olduğunu bilir, istivanın Allah’a layık olmayan ‎manalarından O’nu tenzih ve takdis eder. Sonra bu ‎nispetten; Allah’ın, arşı kâinatın idare merkezi kılması ve ‎bütün kâinatı oradan tasarruf etmesinin kastedildiğine ‎dair mana galip zanla aklına gelebilir. Yani Allah kâinatta ‎bir şey var etmek istediğinde mutlaka arşta yapar, arştan ‎kâinata indirir. Ancak böyle bir şeyi Allah hakkında ispat ‎etmek caiz midir değil midir; caizse bu, Allah vacip kıldığı ‎için mi yoksa Allah’ın sünneti gereği mi böyle olmaktadır ‎konusunda bir şüphe ve tereddüt hâsıl olur. ‎
Yani galip zanla düşünülen mana konusundaki zan, ya ‎Allah hakkında caiz olup sözden kastedilen mananın bu ‎olup olmadığı noktasında söz konusu olur ya da Allah ‎hakkında bu şey gerçekte olmuş mudur olmamış mıdır, ‎Allah’ın irade ettiği bu mudur yoksa başka bir şey midir ‎noktasında söz konusu olur.  ‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #6 : 10 Aralık 2018, 01:17:05 »


Metin:‎
Eğer bu iki zandan biri akla düşer veya kalbe girerse, kişi bu zannı defetmek istese bile buna ‎imkân bulamaz. Mutlaka o şeyi zannedecektir. Bu zannın birtakım zaruri sebepleri vardır ki, ‎bunları defetmek mümkün değildir. Allah, hiç kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez. ‎Fakat bu durumda yapması gereken iki şey vardır:‎
Birincisi: Hiçbir zaman nefsindeki zannı kesinliğe dönüştürmemeli, kendini bu mana ‎hususunda mutmain kılmamalıdır. Zira hata etmiş olma ihtimali vardır. Bu nedenle düştüğü ‎zanna dayanarak kendi kendine kesin hüküm vermemesi gerekir. ‎
İkincisi: Nefsindeki manayı insanlara açıklarken kesin ifadelerle söylememelidir. Örneğin; ‎‎“İstivadan kastedilen mana budur.” veya “Fevkten kastedilen mana budur.” dememelidir. ‎Çünkü bu şekilde konuşmak, kesin bilmediği bir konuda hüküm vermesi demektir. ‎
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: ‎
وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُولاً
‎“Ey âdemoğlu! Bilmediğin şeyin peşine asla düşme. Muhakkak ki her kul ‎kulağıyla dinlediği, gözüyle gördüğü ve kalbiyle idrak ettiği şeylerden sorumludur ‎‎(bundan dolayı bu nimetleri şer için değil, hayır için kullan ki cezalandırılmayasın, ‎mükâfatlandırılasın).” (el-İsra: 36)‎
Ancak “Ben böyle olduğunu zannediyorum.” demelidir. Böyle yaparsa kendi nefsi hakkında ‎verdiği haber bakımından doğrudur. Zira bu durumda Allah’ın sıfatı ve kelamıyla ne kastettiği ‎hakkında hüküm vermemiş; nefsi hakkında hüküm vermiş, kendi içinden geçeni bildirmiştir.‎

Açıklama:‎
İmam Gazali burada, bilen kişinin kendi kendine yaptığı tevil kesin olduğunda ona ‎inanması, şüpheli olduğunda ise ondan uzak durması gerektiğini, aglabuzzanla bu böyledir ‎diye düşündüğünde ise bunun iki şeye taalluku olduğunu bildirdikten sonra bu tür bir tevile ‎karşı nasıl hareket etmesi gerektiğini beyan ediyor.‎
Öncelikle bilen kişi, zannettiği manaya asla kesin hüküm vermemeli, onu yakine ‎dönüştürmemelidir. Eğer istiva ya da fevk lafızlarını zanla tevil etmiş ve bu, Allah’a layık bir ‎mana ise hataya düşmemek için “Bu, Allah’a layıktır; lafızdan kastedilen bu mana olabilir.” ‎der fakat asla “Kastedilen mana kesin budur.” diyemez çünkü kesin olduğunu bilmemektedir. ‎Dolayısıyla “Ben böyle olduğunu zannediyorum.” dediği zaman zannına dair doğru söylemiş, ‎Allah’ın muradı ve sıfatı hakkında hüküm vermeyip kendi zannı hakkında hüküm vermiş ‎olur. ‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #7 : 11 Aralık 2018, 01:06:54 »


Metin:‎
Eğer “Bilen kişinin içinden geçirdiği zannı diğer ‎insanlara söylemesi caiz midir? Aynı şekilde kesin olarak ‎bildiği manayı insanlara anlatabilir mi?” denilirse şöyle ‎deriz: ‎
Bilen kişinin içindeki şey hakkında konuşması ancak ‎dört şekilde olur: ‎
‎1) Kendisiyle konuşması, ‎
‎2) Anlayış konusunda kendisi gibi olan bir kişiyle ‎konuşması, ‎
‎3) Kendisi gibi olmayan fakat ilim elde etmek için çaba ‎gösteren, zekâ ve anlayışı buna müsait olan kişiyle ‎konuşması, ‎
‎4) Avamla konuşması.  ‎
Eğer bilen kişinin, nefsinde düşündüğü mana kati ise ‎bunu kendisine ve kendisi gibi olan bir kişiye söyleyebilir. ‎Yine, kendisi gibi olmasa da ilim elde etmek için çabalayıp ‎dünya ve şehvetlerine meyletmeyen, mezhep taassubuna ‎sarılmayan, bildikleriyle insanlar arasında övünmeyen ve ‎bildiklerini avama da anlatmayan bir kişiye söyleyebilir. ‎İşte nefsinde düşündüğü manayı bu vasıftaki kişiyle ‎konuşmasında bir beis yoktur. Çünkü o, marifete ‎susamıştır; başka bir sebep için değil, sırf Allah hakkında ‎olanı bilmek istemektedir. Böyle bir kimse göğsünde zahiri ‎şekiller düşünebilir. Marifete olan susamışlığı, onu fasit ‎tevillere sevk edebilir. Zira zahiri manalardan şiddetle ‎kaçmaya çalışmak için tevile müracaat edecektir. İlme ‎layık olan kişiye ilim vermemek, ehli olmayana ilim ‎vermek gibidir. ‎
Avama gelince, ona hiçbir şey anlatmaması gerekir. ‎Buradaki “avam” kelimesine, zikredilen sıfatlara haiz ‎olmayan herkes dâhildir. Onun misali, daha önce de ‎zikrettiğimiz gibi, süt emen çocuğa kaldıramayacağı sert ‎yemekleri yedirmek gibidir. ‎
Bilen kişinin zanla bildiği manayı kendi nefsine ‎söylemesi ise mecburidir. İster zan ister şek isterse kati ‎olsun, mutlaka nefis zihinde oluşan şeyleri kendi kendine ‎konuşur. İnsan bundan kurtulamaz ve bunu engelleyemez ‎‎(dolayısıyla bunda bir sakınca yoktur). Fakat bu şeyleri ‎avama anlatmak şüphesiz caiz değildir. Hatta zanla bildiği ‎manaları avama anlatması, kesin bildiği manaları ‎anlatmasından daha yasaktır. ‎
Zanla bildiği manaları kendisi gibi marifet derecesine ‎sahip olanlarla ya da marifete hazır olanlarla konuşmasına ‎gelince, bu konuda kesin bir hüküm yoktur. ‎
Birinci ihtimal: Konuşması caizdir fakat kesin ‎ifadeler kullanmadan “Ben böyle olduğunu ‎zannediyorum.” şeklinde konuşmalıdır. Ancak bu şekilde ‎doğru söylemiş olur. ‎

İkinci ihtimal: Konuşması yasaktır; çünkü zannını ‎başkasıyla konuşmamak gücü nispetindedir. Eğer bunu ‎başkasıyla konuşursa, Allah’ın sıfatı ya da kelamından ‎kastettiğinin ne olduğu konusunda zanla hüküm vermiş ‎olur. Dolayısıyla bunda tehlike vardır. Bir şeyin mubah ‎oluşu ya nasla ya icmayla ya da nas üzerine bina edilmiş ‎kıyasla anlaşılır. Oysa böyle bir durumda konuşmanın ‎mubah olduğuna dair herhangi bir delil yoktur, bilakis ‎Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: ‎

وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولئِكَ كَانَ عَنْهُ ‏مَسْؤُولاً
“Ey âdemoğlu! Bilmediğin şeyin peşine asla düş‎me. Muhakkak ki her kul; kulağıyla dinlediği, ‎gözüyle gördüğü ve kalbiyle idrak ettiği şeylerden ‎sorumludur (bundan dolayı bu nimetleri şer için değil, ‎hayır için kullan ki cezalandırılmayasın, ‎mükâfatlandırılasın).” ‎(el-İsra: 36) ‎

Açıklama:‎
İmam Gazali açıkladığı şeylere binaen, “Bilen kişinin, ‎zannettiği manayı veya kat’i olarak düşündüğü manayı bir ‎başkasına anlatması caiz midir değil midir?” diye bir soru ‎gelirse buna cevaben konuşmanın; kendi kendine, kendisi ‎gibi olana, kendisi gibi olmasa da anlayış ve kapasitesi ‎müsait olana ve avama yönelik olmasıyla dört şekilde söz ‎konusu olacağını bildirip şöyle diyor:‎
‎“Kesin hüküm verdiği manayı kendisine ve kendisi gibi ‎olana anlatmakla birlikte kendisi gibi olmasa da yetenekli, ‎anlayış ve kapasitesi müsait olan, ihlaslı, şehvetlere uymayan, bildikleriyle övünmeyen ve bildiklerini avama ‎anlatmayacak olan kişilere anlatabilir. Ancak düşündüğü ‎mana kat’i olsa bile bunu kesinlikle avama ‎anlatmamalıdır.‎
Zannettiği manaya gelince; mecburen kendi kendine ‎konuşacaktır çünkü nefis düşündüğü manayı zihninden ‎defedemez ve bu, onun gücünü aşar. Bu durumda ‎yapması gereken, düşündüğü mananın zan olduğuna ‎inanıp kati olduğuna hükmetmemektir. Avama anlatması ‎ise kesinlikle caiz değildir hatta bu, kesin bildiği manayı ‎söylemesinden daha tehlikeli ve yasaktır. ‎
Kendisi gibi olan ve kendisi gibi olmasa da yetenekli, ‎anlayış ve kapasitesi uygun olan kişilere anlatıp ‎anlatamayacağı ise ihtilaflıdır. Bir görüşe göre kesin ‎ifadeler kullanmadan, zannı hakkında hüküm vermek ‎suretiyle “Ben böyle zannediyorum” diyerek anlatabilir; bir ‎görüşe göre ise -ki İmam Gazali’nin tercih ettiği görüş de ‎budur- zannını başkasına anlatmamak gücü nispetinde ‎olduğundan ve bunu yapmasının caizliğine dair herhangi ‎bir delil olmadığından anlatamaz.‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #8 : 12 Aralık 2018, 00:17:23 »


Metin:
Eğer şöyle denilirse: “Üç şey, zanla konuşmanın caiz olduğuna delalet eder. Bunlar:‎
Birincisi: Doğru konuşmanın mubah olduğuna delalet eden delil. Bilen kişi, sözünde ‎doğrudur. Çünkü o, ancak zannettiği şeyi haber veriyor. ‎
İkincisi: Müfessirler Kur’an-ı Kerim’i zanla tefsir ederler ve her söylediklerini Rasulullah ‎sallAllahu aleyhi ve sellem’den duymuş değildirler. Bilakis sözleri, içtihatla istinbat edilmiş ‎şeylerdir. Bundan dolayı müfessirlerden çeşitli ve birbirine zıt görüşler çoğalmıştır. ‎
Üçüncüsü: Tabiin, sahabeden mütevatir derecesine ulaşmamış, haberi ahad olarak ‎gelen müteşabih haberleri nakletmenin caiz olduğu konusunda icma etmiştir. Yine, adaletli ‎kimsenin (kendisi gibi) adaletli bir raviden nakletmesinin caiz olduğuna dair icma vardır. ‎Hâlbuki adaletli bir tek kişinin sözünde zan hâsıl olur.” Bunlara şöyle cevap veririz:‎

Birinci delile cevap: Söylenmesi mubah olan doğru, söylendiğinde kendisinden zarar ‎geleceğinden endişe duyulmayan doğrudur. Bu zanları yaymak ise her ne kadar anlatırken ‎kesin ifadeler kullanmadan zan olduğu belirtilmiş ve böylece doğru söylenmiş olsa da ‎zararsız değildir. Şöyle ki: Bu zannı duyan bir kimse ondan mutmain olur ve ona zan olarak ‎değil, kesin olarak inanır. Böylece Yüce Allah'ın sıfatı hakkında ilimsizce hüküm vermiş olur. ‎Bu ise tehlikelidir. Nefis, zahirde müşkil olan şeylerden uzak durur. Şayet rahatlayacağı bir ‎mana bulursa, zanna dayalı olsa bile bundan mutmain olur ve buna kesin olarak inanır. ‎Kesin olarak inandığı bu şey belki yanlış olabilir. Böylece kesin olarak inandığı için Yüce ‎Allah'ın sıfatları hakkında batıl bir şeye inanmış ya da Allah hakkında, Allah'ın kelamında ‎geçmeyen bir hüküm vermiş olur. ‎

Açıklama:‎
İmam Gazali rahmetullahi aleyh, zanna dayanan tevilin avama anlatılmasını mutlak surette ‎yasaklayıp bilen kişinin kendi seviyesinde olan ya da kendi seviyesinde olmasa da anlayış, ‎zeka, ihlas bakımından anlatılanı kaldırabilecek kapasitede olanlara anlatması hususunda ‎ihtilaf olduğunu belirttikten ve kendisinin, caiz olmadığı görüşünü tercih ettiğini ifade ‎ettikten sonra zanla konuşmanın mubahlığına delil olabilecek üç şeyi soru olarak sunuyor:‎
Birinci delil: Doğru konuşmak mubahtır ve buna delalet eden deliller vardır. Kişi “Ben ‎böyle zannediyorum” diyerek zannını haber verdiğinde doğru söylemektedir. Bir kimseyi ‎doğruyu söylemekten hangi sebep engeller ki?‎
İkinci delil: Müfessirler Kur’an-ı Kerim’i tefsir ederlerken söylediklerini Rasulullah ‎sallAllahu aleyhi ve sellem’den duymuş değillerdir; ondan duymadıkları şeyleri, içtihatlarına ‎dayanarak söylemektedirler. Zaten bundan dolayı müfessirlerden birbirlerine muhalif nice ‎görüşler gelmiştir.‎
Üçüncü delil: Sahabelerin tek olarak naklettiği ve mütevatir derecesine ulaşmayan ‎haberleri nakletmenin ve adaletli kişinin adaletli olan birinden haber nakletmesinin caiz ‎olduğu konusunda tabiin icma etmiştir. Oysa bu gibi haberlerde kesinlik değil, zan vardır.‎
Bu delillere karşı İmam Gazali kendi tercih ettiği görüşü savunacak şekilde cevap ‎vermeye başlamaktadır. İlk delile verdiği cevap şöyledir:‎
‎“Doğruyu söylemek her hâlükârda mubahtır, denilmez. Eğer söylendiğinde herhangi bir ‎zarar söz konusu olmayacaksa bu doğruyu söylemek mubahtır. Fakat söylenmesi hâlinde ‎zarar söz konusu olacaksa böyle bir doğruyu söylemek mubah olmaz. Şu bir gerçektir ki her ‎zannı anlatmak zararsız değildir, velev ki anlatan kişi bunun bir zan olduğunu, kesin ‎olmadığını söylesin. Çünkü insanın nefsi anlamadığı söze karşı huzursuzdur ve mutmain ‎olacağı bir mana arar. Eğer bilen kişi zannını başka birine anlatırsa, bunun zan olduğunu ‎söylese bile, nefsi huzursuz olan kişi bu manaya sarılır, kesin olduğuna inanır ve bu manada ‎mutmain olur, böylece nefsini bu manayla teskin eder. Bu durumda Allah-u Teâlâ hakkında ‎ilimsizce zanna dayalı bir hüküm vermiş, eğer bu zan hata ise -ki böyle bir ihtimal vardır- ‎Allah hakkında batıl bir şeye inanmış olur. İşte böyle bir tehlike söz konusu olduğundan ‎zannı başkasına anlatmak caiz değildir.”‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #9 : 14 Aralık 2018, 01:17:05 »


Metin:‎
İkinci delile cevap:
Müfessirlerin zanna dayalı olarak söyledikleri sözlerdir. Bu delili bu ‎konuda geçerli saymıyoruz. Çünkü Yüce Allah’ın istiva, fevk ve diğer sıfatlarıyla ilgili ‎müfessirlerin zanla söylediklerini kabul etmeyiz. Müfessirler zaten fıkhi hükümlerde, nebiler ‎ve kâfirlerin halleriyle alakalı anlatılan hikâyelerde, vaaz verirken insanların örnek alacağı ‎bazı meselelerde ve hata yapıldığında büyük tehlike arz etmeyen meselelerde aglabuzzanla ‎hüküm vermişlerdir.‎

Açıklama:‎
İmam Gazali zannı başkasına anlatmanın caizliğine dair sunulan ikinci delilin, yani ‎müfessirlerin Kur’an’ı bizzat Rasulullah’tan duyarak değil içtihatlarına dayanarak ‎açıklamalarının bu konuda delil olmayacağını söyleyip nedenini şöyle açıklamaktadır: ‎
‎“Müfessirlerin içtihatlarına dayanarak açıklamalarda bulundukları meseleler; fıkhî ‎hükümler, nebiler veya kâfirlerin durumuyla ilgili anlatılan kıssalar, vaazlarda insanlara ‎örnek olması için anlatılan ve hata yapılsa bile büyük tehlikesi olmayan şeylerdir. İstiva, fevk ‎ve bunlar gibi Allah-u Teâlâ’nın sıfatları hakkında ise zanla konuşmazlar. Zira bu konuda ‎tehlike ve vebal söz konusudur. Tehlikenin söz konusu olduğu durumlardan, sadece bir ‎ihtimal bile olsa kaçınılması gerektiği görüşündeyiz.”‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #10 : 15 Aralık 2018, 01:14:02 »


Metin:‎
Üçüncü delile gelince;
bazıları şöyle dediler: “Bu babda sadece Kur’an’da geçen ve ‎Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem'den mütevatir olarak gelen rivayetlere itibar edilir, çünkü ‎bunlar ilmi ifade eder. Haberi ahada gelince; haberi ahadın bu konuda ilmi ifade ettiği kabul ‎edilmez. Tevile meyledenlerin teviliyle uğraşmaz ya da tevil etmeden hadisi olduğu gibi ‎nakledenlerin naklettikleri hadisleri önemsemeyiz. Çünkü bu ikisi de zanla hüküm vermek ‎ve ona güvenmektir.” ‎
Onların söyledikleri bu söz, doğruya uzak değildir fakat zahire göre selefi salihinin takip ‎ettiği yola muhaliftir. Çünkü selefi salihinin, haberi ahad olan zanni haberleri adaletli ‎kişilerden kabul etti, rivayet etti ve bunların sahih olduğunu söyledi.‎
Buna iki şekilde cevap verilir: ‎
Birincisi:
Tabiin şer'i delillerden öğrenmiştir ki, adaletli olan kişi bir haber verdiğinde ‎onu yalancılıkla itham etmek caiz değildir, özellikle de Allah-u Teâlâ’nın sıfatları konusunda. ‎Ebu Bekir Sıddık radıyAllahu anh Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem'den bir haber rivayet edip ‎‎“Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini duydum.” derse onun rivayetini ‎reddetmek; onu yalanlamak, uydurma bir şey söylediğini veya sehven Rasulullah'a bir şey ‎nispet ettiğini söylemek demektir. ‎
İşte tabiin, bu gibi adaletli kişiler Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem'den bir haber rivayet ‎ettiklerinde onları yalancılıkla itham etmenin caiz olmadığını şer'i delillerle bildikleri için ‎adaletli olan Ebu Bekir radıyAllahu anh'ın sözünü kabul edip şöyle rivayet ettiler: “Ebu Bekir ‎dedi ki: Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle dedi...” Aynı şekilde diğer adaletli sahabeler ‎hakkında da böyle davranmışlardır: “Enes dedi ki: Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle ‎dedi...” Tabiinde de durum böyledir. Adaletli bir tabiin sahabeden rivayet etmiş ve sahabe ‎de Rasulullah'tan rivayet etmişse diğer tabiinler bunu kabul eder, rivayet eder ve yayarlar. ‎
Sahabelerden adaletli ve takvalı kişiler Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem hakkında haber ‎verdiklerinde onları yalancılıkla itham etmenin caiz olmadığı şer'i delillerle sabittir fakat ‎buna kıyas ederek tek kişinin zannını kabul etmenin gerekli olduğu söylenemez ve fertlerin ‎zannı, adaletli kişilerin rivayetleri ile aynı tutulamaz. ‎

Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: ‎
إِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ إِثْمٌ

‎"Muhakkak ki zannın bir kısmı (mu’minler hakkındaki kötü zan), günahtır. " (el-Hucurat: 12)‎
Şâri' (Allah): "Adaletli olan kişi size bir şeyi haber verirse onu tasdik edin, kabul edin, ‎nakledin ve yayın." dediğinde bu habere dayanarak asla "Nefsinizin zanlarla size konuştuğu ‎her şeyi kabul edin ve rivayet edin." denilmez. Şeriatin naslarından asla böyle bir hüküm ‎çıkmaz. Bundan dolayı şöyle diyoruz: Bu tür şeyleri adaletli olmayan bir kimse rivayet ‎ederse onun rivayetinden yüz çevirmek, bunu rivayet etmemek gerekir. Yine insanlara vaaz ‎verirken, misaller ve buna benzer şeyler anlatırken nakilde ihtiyatlı davranmak gerekir. ‎
İkincisi: Sahabeler bu haberleri kesin olarak işittikleri için rivayet ediyorlardı. Kesin ‎olarak işittikleri şeylerden başkasını nakletmiyorlardı. Tabiin ise onların rivayetlerini kabul ‎edip onlardan naklettiler ve “Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle dedi.” demeyip “Filan ‎sahabe şöyle dedi: Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle dedi...” dediler. Onlar bunu ‎söylerken doğru söylemişlerdir. ‎
Tabiin âlimleri, sahabelerin rivayet ettiği haberleri, bazı insanların yanlış anlayabileceği ‎birtakım lafızlar ihtiva ettiğinden dolayı rivayet etmeyi ihmal etmedi. Çünkü her hadisin ‎teşbihi düşündüren lafızlarından başka, ihtiva ettiği birtakım faydaları vardır ve bu ‎faydaların zanni olmayan gerçek manasını, bilen kişiler anlar. Örneğin, sahabeler şöyle ‎rivayet etmişlerdir: ‎
Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‎
‎“Yüce Allah her gece dünya semasına iner ve şöyle buyurur: Bana dua eden ‎yok mu, duasına icabet edeyim? Benden mağfiret dileyen yok mu, ona mağfiret ‎edeyim?”(‎49)‎
Bu hadis, gecenin sonunda kıyamu’l-leyl yapmaya teşvik etmek için zikredilmiştir. ‎Bundan dolayı hadisin, insanları ibadetlerin en faziletlisi olan teheccüd yapmaya teşvik etme ‎ve harekete geçirmede büyük bir etkisi vardır. Bu hadis bazı kimselerce yanlış ‎anlaşılabilecek lafzından dolayı rivayet edilmeyip terk edilseydi, bu muazzam fayda iptal ‎edilmiş olurdu ki böyle bir faydayı ihmal etmek asla caiz değildir. ‎
Ayrıca bu hadisin içinde, bazı kimselerin yanlış anlayabileceği sadece "‎النُّزُول‎ (nüzul: ‎inme)" lafzı vardır. Bu, ancak çocuk ve akıl bakımından çocuk hükmünde olan avamın ‎yanlış anlayabileceği bir sözdür. Bilen kişinin avamın kalbine tenzih ve takdisi yerleştirmesi ‎çok kolaydır. Avamın "‎النُّزُول‎ (nüzul: inme)" lafzını okuduğunda aklına Allah hakkında ‎imkânsız olan inmenin zahiri manasının ve suretinin gelmemesi için bilen kişinin avama ‎şöyle demesi yeter: ‎
‎"Eğer Allah-u Teâlâ'nın dünya semasına inmesi bize yaklaşmak ve çağrısını duyurmak ‎için ise biz O'nun çağrısını işitmedik. O zaman senin aklına gelen bu inmede ne gibi bir ‎fayda söz konusu oldu? Hâlbuki O, arştan veya en yüksek semadan bizi çağırabilir. İnmeye ‎niye ihtiyacı olsun ki?" ‎
İşte avama bu kadar söylendiğinde avam rahatlıkla anlar ki hadisteki "‎النُّزُول‎ (nüzul: ‎inme)" lafzının zahiri manası batıldır, bu kastedilmemiştir. ‎
Bunun misali; doğuda olan bir kişinin batıda olan bir kişiye sesini duyurmak için batıya ‎doğru birkaç adım ilerleyerek onu çağırmaya başlamasına benzer. O kişi bilir ki batıdaki ‎kişiye birkaç adım yaklaşmak sesini batıdakine duyurmaz. Bu durumda attığı birkaç adımın ‎batıl bir amel olduğunu anlar ve bu, ancak deli olan kişilerin yaptığı bir ameldir. Akıllı olan ‎bir kimsenin aklına asla böyle bir düşünce gelmez. ‎
İşte avama bu kadar anlatıldığında kesinlikle nüzul suretini reddeder ve "‎النُّزُول‎ (nüzul: ‎inme)" lafzından nüzul suretini anlamaz. Buna, Allah-u Teâlâ'nın cisim ve cismi gerektiren ‎şeylerden münezzeh olduğu bilgisini ekler ve cisim olmayan şeylerin intikal etmesinin ‎imkânsız olduğunu bilirse, intikal olmadan inmenin imkânsız olduğunu bilmesi gibi, "‎النُّزُول‎ ‎‎(nüzul: inme)" kelimesini okuduğunda asla aklında nüzul sureti oluşmaz. Bundan ‎anlaşılıyor ki bu gibi haberlerin naklinde çok büyük faydalar vardır, zararı ise azdır. Bu ‎duruma kıyas edilerek nefislerde oluşan zanları anlatmak bununla eşit tutulamaz. ‎
Bunlar, zanni olan tevilleri anlatıp anlatmama konusunda âlimlerin içtihat yollarıdır. ‎

Açıklama:‎
İmam Gazali rahmetullahi aleyh burada, zannı başkasına anlatmanın caiz olduğu ‎konusunda getirilen üçüncü delile cevap vermektedir. Üçüncü delil; sahabelerin müteşabih ‎haberleri mütevatir olmadığı halde rivayet edip bu rivayetleri adaletli kişilerin nakletmesi, ‎böyle bir naklin zan hâsıl olmasına rağmen, caiz olduğunda tabiin âlimlerinin icma ‎etmeleridir. İşte bu konuda İmam Gazali’nin verdiği cevap şöyledir:‎
Bazı kimseler derler ki: “Allah-u Teâlâ hakkındaki müteşabih lafızlar konusunda itibar ‎edilecek haberler, ancak Kur’an’dan bize ulaşan ya da Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’den ‎mütevatir olarak gelen haberlerdir. Bunların dışındaki haberlere bu konuda itimat edilmez. ‎Tevil etmeye meyli olan ya da sadece rivayetle yetinen kimselerin teviliyle meşgul olmayız ‎çünkü bu, zanla hüküm vermek demektir.”‎
İmam Gazali, onların söylediklerinin tamamen yanlış ya da doğruya uzak olmadığını ‎söylemekte, ancak zahiren selefin takip ettiği yola muhalif olduğunu; çünkü selefin bu ‎konudaki ahad haberleri kabul edip sahih dediğini belirtmekte, sonra da üçüncü delile iki ‎yönden cevap vermektedir:‎
Birincisi: Tabiinin şer’i delillerden öğrendiğine göre adaletli bir kişiyi yalancılıkla itham ‎etmek caiz değildir, bilhassa Allah-u Teâlâ’nın sıfatları konusundaki rivayetlerinde. Örneğin ‎Ebu Bekir radıyAllahu anh “Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu…” diyerek ondan ‎duyduğu bir sözü nakletmişse bu rivayet reddedilmez, eğer reddedilirse onun yalan ‎söylediği veya yanılarak Rasulullah’a, onun söylemediği bir şeyi nispet ettiği iddia edilmiş ‎olur. Bu ise şer’an caiz değildir. Bu sebeple tabiin, sahabelerin âdil olduklarını bildiği için ‎onların rivayetlerini nakletmiş ve naklederken “Filan sahabe şöyle dedi: Rasulullah sallAllahu ‎aleyhi ve sellem şöyle buyurdu…” demiştir. Tabiin için de aynı şey söz konusudur. Eğer ‎Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’den haber nakleden sahabenin haberini âdil bir tabiin ‎nakletmişse diğer tabiin de onun rivayetini nakletmiş ve yaymıştır. ‎
Şu halde sabit olmuştur ki adalet ve takva ehli kimselerin Rasulullah sallAllahu aleyhi ve ‎sellem’den haber verdikleri şeyler konusunda onları yalancılıkla itham etmek şer’an caiz ‎değildir; fakat bu, fertlerin ayet ya da hadislerde Allah hakkında geçen müteşabih sözlerin ‎manalarına dair zanlarını nakletmelerinin de caiz olduğu manasına asla gelmez. Böyle bir ‎kıyas yanlıştır ve adaletli kimselerin rivayetleriyle bir tutulamaz. Allah-u Teâlâ’nın “Adaletli ‎kimse size bir haber verdiğinde onu tasdik edin, nakledin ve yayın.” demesi, nefislerin ‎zanlara dayalı olarak konuştuğu her şeyi kabul edip nakletme ve yayma konusuna asla delil ‎olmaz. Bu sebeple adaletli olmayan kişi zannını haber verirse bunu rivayet etmemek; ‎kıssalar anlatırken, misaller verirken vb. şeyler naklederken ihtiyatlı davranıp ona göre ‎rivayetleri nakletmek gerekir. ‎
İkincisi: Tabiin, bir hadis rivayet ederken “Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle ‎buyurdu…” demez, “Filan sahabe dedi ki: Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle ‎buyurdu…” diyerek rivayet ederdi. Dolayısıyla onlar verdikleri haberde doğru söylüyorlardı. ‎Eğer Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’den duymadıkları halde “Rasulullah sallAllahu aleyhi ‎ve sellem şöyle buyurdu…” deselerdi o zaman yalancı olurlardı fakat böyle yapmadılar. ‎
Bunu belirttikten sonra İmam Gazali, tabiin âlimlerinin sahabelerin rivayet ettikleri bazı ‎haberleri, içerisinde insanların yanlış anlayabileceği birtakım lafızlar geçtiği halde, neden ‎ihmal etmeyip de rivayet ettiklerine açıklık getirmektedir: Tabiinin bu gibi haberleri rivayet ‎etmesinin sebebi; o müşkil lafızdan ziyade, büyük faydalar içeriyor olmasıdır. Bilen kişi bu ‎haberin gerçek manasını anlar ve bu haber onun için zanni olmaz. ‎
İmam Gazali mesele daha iyi anlaşılsın diye sahabelerin Rasulullah sallAllahu aleyhi ve ‎sellem’den naklettikleri; “Yüce Allah her gece dünya semasına iner ve şöyle buyurur: ‎Bana dua eden yok mu, duasına icabet edeyim? Benden mağfiret dileyen yok mu, ‎ona mağfiret edeyim?” hadisini örnek getiriyor ve hadiste “Allah’ın inmesi” sözünden ‎başka farz dışındaki ibadetlerin en faziletlisi olan kıyamu’l-leyle teşvikin söz konusu ‎olduğunu ifade ediyor. Zira bu hadiste, Allah-u Teâlâ’nın gecenin sonunda yapılan dualara ‎icabet edeceği bildirilmiştir ki bunun gece namazını kılma, gecenin sonunda dua etme için ‎harekete geçmede çok büyük etkisi vardır. Eğer bu hadis içindeki müşkil sözden dolayı ‎ihmal edilip nakledilmeseydi bu muazzam fayda da sağlanamamış olacaktı. ‎
Bu önemli noktaya dikkat çektikten sonra İmam Gazali, hadiste geçen müşkil söze karşı ‎avamın kalbine takdis ve tenzihi yerleştirmenin çok kolay olduğunu basit bir akıl yürütmeyle ‎ispat ediyor. Avamın aklına hadisteki "‎النُّزُول‎ (nüzul: inme)" lafzından Allah hakkında ‎imkânsız olan bir mana gelmesin diye bilen kişinin avama şöyle sorması yeterlidir: “Allah-u ‎Teâlâ dünya semasına bize yaklaşmak ve çağrısını işittirmek için mi iniyor? Eğer böyle ise ‎biz herhangi bir çağrı işitmedik. O halde böyle bir inmenin ne faydası vardır? Hâlbuki Allah, ‎arştan veya en yüksek semadan bize çağrısını işittirmeye kadirdir. Neden böyle bir inmeye ‎ihtiyacı olsun ki?” ‎
İşte avama aklını çalıştıracak böyle bir soru sormak bile, inme lafzının lügatteki gerçek ‎manasının yani yukarıdan aşağıya hareket etme, bir yerden bir yere intikal etme olmadığını, ‎bu mananın Allah hakkında batıl ve imkânsız olduğunu anlaması için yeterlidir. ‎
Ardından tenzih ve takdis avamda daha iyi pekişsin diye bilen kişi şöyle bir örnek ‎verebilir: “Biri doğuda, biri batıda olan iki kişiyi düşün. Doğudaki kişi batıdaki kişiye sesini ‎duyurmak istiyor ve birkaç adım batıya doğru ilerliyor. Şüphesiz bu birkaç adım onun sesini ‎batıdaki kişiye duyurması için yeterli değildir. Buna rağmen böyle yaparsa o kişinin akıllı ‎olduğu söylenemez, bu ancak delinin yapacağı iştir.”‎
İşte bu örnekle de avamın zihninden nüzulün gerçek sureti kesinlikle gider ve kastedilen ‎mananın bu olmadığı konusunda emin olur. Son olarak bilen kişi ona; Allah-u Teâlâ’nın ‎cisim ve cismiyeti gerektiren her şeyden münezzeh olduğunu, hareketin, bir yerden bir yere ‎intikalin ancak cisimlerin özelliği olduğunu dolayısıyla bunun Allah hakkında imkânsız ‎olduğunu söylerse hem avamın aklında teşbihe dair hiçbir eser bırakmaz ve kalbine takdisi ‎sağlam bir şekilde yerleştirir hem de hadisten elde edilen büyük faydayı ona ulaştırmış olur. ‎Bu duruma kıyas edilerek nefislerde oluşan zanları anlatmanın cevazlığına hükmedilemez ‎zira bahsettiğimiz meselede fayda büyük, zarar küçük iken nefislerin zannını anlatmada ‎zarar ve tehlike büyüktür.  ‎
Bu açıklamalarla İmam Gazali rahmetullahi aleyh zanna dayalı olan tevili anlatıp ‎anlatmama konusunda âlimlerin içtihadi görüşlerini nakletmiş oldu.‎



‎(‎49) Beyhaki, el-Esmâu ve’l-Sıfât, hadis no: 944.‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #11 : 16 Aralık 2018, 00:07:07 »


Metin:‎

Zanni olan tevilin anlatılıp anlatılmayacağı konusunda başka bir yön daha vardır. Buna ‎ise soran veya dinleyen kişinin durumuyla ilgili karinelere bakılarak hüküm verilir. Şayet ‎zanni olan tevil anlatıldığında soran kişinin ya da cevabı dinleyen kişinin bundan istifade ‎edeceği düşünülürse ona anlatılır, eğer zarar göreceği düşünülürse anlatılmaz. Zanni olan ‎tevil anlatıldığında soran ya da dinleyen kişinin istifade mi edeceği yoksa zarar mı göreceği ‎bilinmiyorsa, işte bu durumdaki zannı anlatmamak gerekir. ‎
Nice insanlar vardır ki bu sözleri okuduğunda bunların ince manalarını öğrenmek aklına ‎gelmez ve nefsinde sözlerin zahirinden dolayı bir sorun hissetmez. İşte böyle bir kimseye bu ‎lafızların tevilini söylemek hiç düşünmediği, rahatsız olmadığı ve hatta aklına bile gelmeyen ‎şey konusunda onu düşündürmeye başlar ve rahatsız olmaya sevk eder. Bu gibi kimselere ‎tevili zikretmemek gerekir. ‎
Bazı insanlar da vardır ki bu lafızların zahirine baktığında (lafızların zahiri teşbihi ‎çağrıştırdığı için) Rasul hakkında nefsinde, "Rasul, Allah'ı mahlukata benzetiyor." şüphesi ‎uyanır ya da Rasulün bu sözlerini inkâr eder. İşte böyle kimselere zanni olan teviller ‎anlatılabilir. Hatta tecsim gördüğü kelimelerin başka ihtimalli manasının zikredilmesi onun ‎için faydalı olur ve onu mutmain kılar. İşte bu gibi kişilere zanni tevili zikretmekte bir beis ‎yoktur. Çünkü bu, onun hastalığının ilacıdır. Hâlbuki ona ilaç sayılan şey, başkasına ‎verdiğinde onu hasta eder. ‎
Ancak bu zanni olan tevilleri minberlerde anlatmamak gerekir (cemaatte her türlü insan ‎olur ve bunların her birinin durumunu bilmek güçtür). Çünkü bu, dinleyen kimselerin ‎çoğunda şüpheleri harekete geçirir. Oysa insanların çoğu tevil ettiğimiz şeylerin gafilidirler ‎‎(bu sözleri okuduklarında istenen manayı anlar ve kötü zanlar akıllarına gelmez ) ve ‎nefislerinde herhangi bir şüphe söz konusu değildir. Dolayısıyla bu zanni olan tevillerin ‎anlatılması çoğu zaman iyi bir sonuç meydana getirmez.‎
İlk selefi salihin zamanındaki Müslümanlar istenen manayı anlayıp geçiyor, kötü zanlar ‎akıllarına gelmiyordu; kalpleri de şüphelerden sakin idi. O dönemde kalplerde şüpheleri ‎harekete geçirmemek için mübalağalı bir şekilde tevilden kaçınılmıştı. Kim onlara ‎muhalefet ediyor yani zanni tevilleri insanlara anlatıyorsa kendisi fitneyi harekete geçiren ve ‎kalplere şek ve şüpheleri sokan kimse sayılıyor ve günah işlemiş oluyordu. Bizim ‎zamanımızda ise tecsim fitneleri şehirlerde yayılmıştır. Dolayısıyla bu fitneleri ortadan ‎kaldırmak için ve kalplere şüpheler, akıllara sapık düşünceler gelmesin diye zanni tevilleri ‎anlatanlar mazur görülürler ve böyle yapan kişinin kınanması sahabe zamanındaki kişinin ‎kınanmasından daha az olur. ‎

Açıklama:‎
İmam Gazali, bilen kişinin ayet ya da hadislerde Allah hakkında geçen müteşabih sözler ‎hakkında galip zanla bir mana düşündüğünde bunu başkasına anlatmasının doğru ‎olmadığına dair âlimlerin içtihadi görüşlerini naklettikten sonra meseleyi başka bir yönden ‎ele alıyor ve duruma göre hareket edilmesi gerektiğini söylüyor. ‎
Eğer bu zanni tevil söylendiğinde kişi bundan istifade edecekse ona anlatılabilir, fakat ‎zarar görecekse kesinlikle anlatılmamalıdır. Anlatıldığında faydası mı zararı mı olur, bu ‎bilinmiyor ise anlatmamak gerekir. ‎
Bazı kimselerin aklına, Allah hakkında müteşabih haberlerden Allah’a layık olmayan bir ‎mana asla gelmez ve haberin siyakından genel manayı anlar, böylece kalbi sakindir. Örneğin ‎bir avam, “Allah’ın iki yed’i açıktır (O’nun rahmeti, ikramı ve nimetleri boldur).” (el-‎Maide: 64) ayetini okuduğu zaman genel manayı yani Allah’ın cömert olduğunu anlar, ‎geçer. Fakat onun yanında, “Ayetteki iki yed (el) Allah’ın sıfatı mıdır yoksa kudret ‎manasında mıdır, bu gerçek manada mıdır yoksa tevil mi edilmelidir.” gibi meselelere ‎girilirse aklına hiç gelmeyeceği şeyler getirilmiş, bu konuda düşünmeye sevk edilmiş olur. ‎Dolayısıyla bu gibi kişilerin kalbini, zanni tevilleri anlatarak harekete geçirmek yanlıştır, ‎dolayısıyla onlara zanni teviller anlatılmamalıdır. Bazı kimseler de vardır ki bu haberler ‎konusunda kalplerinde şeytanî düşünceler, vesveseler, şüpheler söz konusu olabilir ve belki ‎Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem hakkında “Allah’ı mahlukata benzetiyor.” diye düşünüp ‎yanlış bir inanca sahip olur, belki de Rasulullah’ın bu gibi sözlerini inkâra kalkışır. İşte böyle ‎kimselere zanni tevil hatta tecsim ve teşbih olarak gördüğü lafızların diğer manaları da ‎anlatılır ki mutmain olsun ve sapık yollara gitmesin. Ona zanni tevil ya da lafzın ihtimalli ‎olan diğer manalarının anlatılması bir ilaçtır, hâlbuki bu ilaç başkası için hastalık sebebi ‎olabilir. Zira şüphesi olmayana anlatılırsa bu onun kaldıramamasına dolayısıyla ‎hastalanmasına yani tehlikeye girmesine sebep olabilir.‎
Minberlerde vaaz verenlere gelince, zanni tevilleri topluluğa karşı anlatmak doğru ‎değildir çünkü o toplulukta her çeşit insan bulunur; anlatmanın kim için faydalı, kim için ‎zararlı olacağı kestirilemez; ayrıca insanların çoğunun zaten bu konuda kalpleri sakindir, ‎anlatıp da harekete geçirmemek gerekir. ‎
İmam Gazali burada önemli bir noktaya daha değiniyor: Sahabelerin zamanıyla, ilerleyen ‎zamanlar bir değildir. Sahabeler zamanında Müslümanlar bu müteşabih sözlerin siyakından ‎istenen manayı anlayıp geçiyor, müşkil lafzı tek olarak ele alıp üzerinde durmuyor, akıllarına ‎teşbih ve tecsime dair en ufak bir şüphe gelmiyor idi. Bu sebeple kalplerde şüpheleri ‎harekete geçirmesin diye mübalağalı bir şekilde tevilden uzak duruluyor ve buna muhalefet ‎edip tevile kalkışan, bu tevili avama anlatan fitne uyandırmak isteyen kişi olarak ‎görülüyordu. Böyle bir şeye hiç ihtiyaç olmadığından bunu yapan günah işlemiş oluyordu. ‎İlerleyen zamanlarda ise bu konuda şüpheler uyanmış, şehirden şehre yayılmıştır. İşte böyle ‎bir zaman ve ortamda kalpleri fitnelerden arındırmak, şüpheleri bertaraf etmek için zanni ‎tevilleri anlatanlar mazur görülmüş, sahabe zamanındaki anlatan kişiler kadar ‎kınanmamıştır. ‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #12 : 17 Aralık 2018, 01:28:42 »


Metin:
‎“Zanna dayalı olan tevil ile kesin olan tevili birbirinden ayırdınız. Acaba tevilin kesin ‎olarak sahih olduğu nasıl anlaşılır?” denilirse, bunun iki şekilde anlaşılacağını söyleriz:  ‎
Birincisi: Verilen mananın Allah hakkında kesin olarak sabit olmasındandır. Örneğin; ‎mertebe üstünlüğü. Mertebe üstünlüğü Allah hakkında kesin sabit olan bir manadır. ‎
İkincisi: Kullanılan lafzın sadece iki ihtimalli manası vardır; bir manası Allah hakkında ‎batıl olunca batıl olmayan ikinci mana anlaşılır. Bunun misali Allah-u Teâlâ'nın şu sözüdür:  ‎
‎وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِه۪ۜ‎  ‎
‎“O (Allah), kulları üzerinde kahhardır (her türlü tasarrufa sahiptir).” (el-En’am: 18)‎
Arapçada “‎فَوْقَ‎ (fevk: üst)” kelimesinin sadece iki manası vardır; ya mekân üstünlüğü ya ‎da mertebe üstünlüğüdür. Takdis ve tenzihten dolayı Allah-u Teâlâ hakkında mekân ‎üstünlüğü batıl olduğuna göre “‎فَوْقَ‎ (fevk: üst)” lafzından Allah hakkında caiz olan tek bir ‎mana kalır ki o da mertebe üstünlüğüdür. Dolayısıyla “O (Allah), kulları üzerinde ‎kahhardır (her türlü tasarrufa sahiptir).” (el-En’am: 18) ayetindeki üstünlükten mertebe ‎üstünlüğünü anlamak gerekir. Tıpkı şöyle denilmesi gibi: “Bey kölenin üstündedir.”, “Koca ‎hanımının üstündedir.”, “Sultan vezirin üstündedir.” Asla bu sözlerden yer üstünlüğü ‎anlaşılmaz, ancak mertebe üstünlüğü anlaşılır. ‎
İşte Allah’ın kullarına olan üstünlüğünü de böyle bir üstünlük yani mertebe üstünlüğü ‎olarak anlamak gerekir. Öyleyse “O (Allah), kulları üzerinde kahhardır (her türlü ‎tasarrufa sahiptir).” ayetinde geçen Allah hakkındaki üstünlüğün mertebe üstünlüğü olduğu ‎kesindir ve ayetteki üstünlüğü bu manada anlamak doğrudur. Çünkü Arap dilinde “‎فَوْقَ‎ ‎‎(fevk: üst)” kelimesi sadece iki manada kullanılır. Batıl olan mana alınmadığında batıl ‎olmayan mananın kesin doğru mana olduğuna hükmedilir. ‎
Göğe istiva, arşa istiva sözüne gelince, "istiva" lafzı "fevk" lafzı gibi iki manayla sınırlı ‎değildir. Eğer lafzın üç manası olur ve bunlardan biri batıl olup diğer ikisi Allah hakkında ‎caiz ise bu iki caiz olan manadan birini seçmek zan ve ihtimalle olur, kesin doğru denilemez. ‎Bundan dolayı bu gibi durumlarda bir mana seçerek tevil yapmamak gerekir.‎

Açıklama:‎
İmam Gazali rahmetullahi aleyh, bilen kişinin Allah-u Teâlâ hakkında ayet veya hadislerde ‎geçen müteşabih sözlere dair düşündüğü mananın kesin, şüpheli ve galip zanna dayalı ‎olabileceğini belirtip her birine karşı nasıl hareket etmesi gerektiğini açıkladıktan sonra tevil ‎edilen mananın kesin mi yoksa zanni mi olduğunun nasıl ayırt edileceğine ve zanni tevilin ‎doğru olduğunun nasıl anlaşılacağına dair bir soru gelirse cevap olarak bunu anlamanın iki ‎yolu olduğunu söylüyor:‎
Birincisi: Tevilde verilen mana Allah hakkında naslarla kesin olarak sabittir. Mertebe ‎üstünlüğüne sahip olmasının sabit olması gibi…‎
İkincisi: Lafzın iki manası vardır ve biri Allah hakkında caiz değil iken diğeri Allah ‎hakkında caizdir. Caiz olmayan manadan Allah tenzih edildiğine göre geriye Allah hakkında ‎caiz olan mana kalır ki bu, tevilde verilen mananın kesin olduğunu gösterir. ‎
Bunun daha iyi anlaşılması için İmam Gazali, “O (Allah), kulları üzerinde kahhardır ‎‎(her türlü tasarrufa sahiptir).” (el-En’am: 18) ayetini getirerek şöyle bir misal veriyor: ‎Ayetteki “‎فَوْقَ‎ (fevk: üst)” lafzının, biri mekân yüksekliği diğeri mertebe üstünlüğü olmak ‎üzere sadece iki manası vardır. Lafzın lügatteki gerçek manası olan mekân yüksekliği Allah ‎hakkında caiz değildir, takdis inancı Allah’ı bu manadan tenzih etmeyi gerektirir. Bu mana ‎reddedildiğine göre geriye mecazi olan mertebe üstünlüğü manası kalıyor ki mertebe ‎üstünlüğünün Allah hakkında caiz olduğu nasla sabittir. Öyleyse bu ayetten anlaşılması ‎gereken mertebe üstünlüğüdür ve bu tevil kesindir. Fevk kelimesinin mekân yüksekliği ‎dışında mertebe üstünlüğü manasında kullanılabildiği, “Bey kölenin üstündedir.” veya ‎‎“Sultan vezirin üstündedir.” gibi sözlerde açıkça görülmektedir.‎
İmam Gazali tevilde verilen mananın kesin ve sahih olduğunu anlama yollarını beyan ‎ettikten sonra zanni mananın nasıl anlaşılacağına geçiyor ve şöyle diyor: ‎
Allah hakkında gelen müteşabih lafzın bazen üç manası olur. Lafzın lügatteki gerçek ‎manası Allah hakkında batıl olduğundan bu mana Allah hakkında düşünülmez ve ‎reddedilir. Kalan iki mana Allah hakkında caiz ise bunlardan hangisinin kastedildiği ‎bilinemeyeceği için bu durumda zan hâsıl olur ve eğer bu iki caiz olan manadan biri tercih ‎edilirse bu tercih ihtimale dayalı olacağından işte böyle bir tevil zanni tevil olur. Böyle ‎durumlarda ihtimalli olan manalardan birini tercih ederek tevile gitmemek gerekir. ‎
Kayıtlı
Sayfa: [1]   Yukarı git


Eğer üye iseniz lütfen üye girişinden giriş yapınız.

Eğer üye değilseniz 10 saniyenizi ayırarak üye olabilirsiniz. 

Dosyaları indirebilmek ve de içerikleri görebilmek için

üye olmanız gerekmektedir.


  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

Sitemiz üzerinden erişilebilen şeylerde Allah'ın razı olmadığı şeyler varsa, bunları reddediyoruz.