HAKKA DAVET FORUMU
 
*
Hoşgeldiniz, Ziyaretçi.Lütfen giriş yapın veya kayıt olun. 28 Mart 2024, 17:00:52


Kullanıcı adınızı, parolanızı ve aktif kalma süresini giriniz


Sayfa: [1]   Aşağı git


Eğer üye iseniz lütfen üye girişinden giriş yapınız.

Eğer üye değilseniz 10 saniyenizi ayırarak üye olabilirsiniz. 

Dosyaları indirebilmek ve de içerikleri görebilmek için

üye olmanız gerekmektedir.


  Yazdır  
Gönderen Konu: İmam Gazali ile İbni Teymiyye ‎Arasındaki Sıfatla İlgili İnanç Farkları  (Okunma Sayısı 15062 defa)
0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« : 07 Şubat 2019, 10:45:02 »


İmam Gazali ile İbni Teymiyye ‎Arasındaki Sıfatla İlgili İnanç Farkları:‎

Birinci fark: İbni Teymiyye, Kur’an ve sünnette Allah-‎u Teâlâ’ya nispet edilen müteşabih haberler hakkında ‎şöyle diyor: “Bunlar Allah’ın sıfatıdır. Allah hakkında ‎kullanılan bu lafızlardan gerçek manası kastedilmiştir ‎fakat Allah için olan gerçek manası, mahlukat için olan ‎gerçek manası ile aynı değildir. Allah için kullanılan ‎gerçek manası Allah’a layık olan, mahlukat için kullanılan ‎gerçek manası da mahlukata layık olan bir manadır. ‎Örneğin; “Allah’ın yed’i (eli), beyat verirken beyat ‎edenlerin elleri üzerindedir.” (Fetih: 10) ayetinde ‎Allah-u Teâlâ’ya “‎يَد‎ (yed: el)” lafzı isnat edilmektedir. Yed ‎kelimesinin manası, bilinen bir manadır. Allah için ‎kullanıldığında O’na layık bir manası vardır, mahlukat için ‎kullanıldığında ise mahlukata layık bir manası vardır. ‎Buna göre mahlukat için yed (el) bir uzuvdur fakat Allah ‎için kullanıldığında uzuv değil, bir sıfattır. ‎وَجْه‎ (vech: yüz), ‎قَدَم‎ (kadem: ayak), ‎الإسْتِوَاء‎ (istiva) da keza.” ‎
İmam Gazali rahmetullahi aleyh ise böyle demiyor. İmam ‎Gazali’ye göre “‎يَد‎ (yed: el)” kelimesinden akla gelen ilk ‎mana uzuvdur. Allah için yed kelimesini bu manada ‎kullanmak caiz olmaz. Dolayısıyla bu kelime Allah’a isnat ‎edilmişse ilk olarak lügatteki gerçek manasının ‎kastedilmediğine iman etmek gerekir. ‎
İbni Teymiyye’ye göre Allah için zikredilen yed, vech, ‎kadem, istiva vb. kelimelerin zahiri, gerçek manasıdır ve ‎Allah için kullanılan bu kelimelerin gerçek manası Allah’a ‎layık olan manadır. Kullar için kullanıldığında da gerçek ‎manası kastedilir ancak kullar için kullanıldığında gerçek ‎manası onlara layık olan manadır. Dolayısıyla bu gibi ‎ayetler okunduğunda şöyle anlamak gerekir: “Allah’ın bir ‎yed’i (eli) vardır fakat mahlukatın eli gibi değildir.” İşte ‎zahiri mana budur. ‎
İmam Gazali ise böyle demiyor. İmam Gazali ‎rahmetullahi aleyh’e göre bu ayet ve hadislerin zahiri, aklı ‎olan bir kişinin okuduğunda ilk anladığı manadır. Ve bu, ‎İmam Gazali’ye göre kuvvetli olan mecazdır. O halde ‎İmam Gazali’ye göre bu ayetlerin zahiri manası, kuvvetli ‎olan mecazdır ve artık kuvvetli olan mecaz, zahiri olan ‎gerçek mana olmuş olur. Örneğin bir Müslüman, ‎‎“Allah’ın yed’i (eli), beyat verirken beyat edenlerin ‎elleri üzerindedir.” (Fetih: 10) ayetini okuduğu ‎zaman aklına hiçbir zaman “‎يَد‎ (yed: el)” kelimesinin ‎gerçek manası gelmez, hemen mecazi manada olduğunu ‎düşünür; çünkü lügatteki el manası, Allah’a layık olan bir ‎mana değildir. Müslümanın inancında şu temel vardır: ‎Allah-u Teâlâ uzuvlardan, mahlukata benzemekten ‎münezzehtir. Dolayısıyla Allah için “‎يَد‎ (yed: el)” kelimesini ‎okuduğunda asla lügatteki el manası aklına gelmez. ‎Aklına gelecek olan; “Allah onları destekleyecek, onlara ‎yardımcı olacaktır.” manasıdır. Aynı şekilde “Emir, şehre ‎el koydu.” sözünden hiçbir zaman emirin elinden ‎bahsedildiği anlaşılmaz. Bu sözden, emirin şehri ‎kontrolüne geçirdiği anlaşılır, velev ki emirin eli kesik ‎olsun. İşte Allah için zikredilen vech, kadem, istiva vb. de ‎böyledir. ‎
İmam Gazali’nin kitabında verdiği şu örnekler buna ‎delildir: ‎
‎“Avamdan bir kimse, Kur’an veya sünnette “Allah’ın ‎yed’i (eli)” veya “Allah’ın ısba’ı (parmağı)” sözlerinin ‎geçtiği ayet ve hadisleri veya Rasulullah sallAllahu aleyhi ve ‎sellem'in "Allah-u Teâlâ Âdem’in çamurunu yed’i (eli) ‎ile mayaladı." ya da "Mu’minin kalbi, Rahman’ın ‎ısba’larından (parmaklarından) iki ısba’ı (parmağı) ‎arasındadır." sözlerinde Allah'a isnat edilen "‎يَد‎ (yed: ‎el)" ve "‎إِصْبَع‎ (ısba’: parmak)" lafızlarını duyduğu zaman ‎bilmelidir ki "‎يَد‎ (yed: el)" sözü iki manaya gelir. Birincisi; ‎lügatteki asıl manasıdır. Yani et ve sinirden oluşan bir ‎uzuvdur. Bu et, kemik ve sinir, özel vasıfları olan birer ‎cisimdir. Cisimden kastım; uzunluğu, eni ve derinliği olan, ‎bulunduğu yeri işgal eden ve bulunduğu yerden ‎çekilmedikçe işgal ettiği yerde başka bir şeyin bulun-‎masına engel olan belli hacimdeki şeydir.‎
Bu lafız, yani yed (el) lafzı, istiare olarak başka bir ‎manada da kullanılır. İstiare olarak kullanılan yed lafzı, ‎asla cisim manasında değildir. Tıpkı "Ülke, emirin ‎elindedir." denildiği gibi. Emirin eli kesik bile olsa bu, ‎manası anlaşılır bir sözdür.  ‎
Bu sebeple avam olsun ya da olmasın herkesin, ‎Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem'in Allah-u Teâlâ ‎hakkında kullandığı "‎يَد‎ (yed: el)" lafzından asla etten, ‎kandan ve kemikten müteşekkil bir cisim olan uzuv ‎manasını kastetmediğine kesin ve yakini olarak inanması ‎gerekir. Çünkü bu, Allah-u Teâlâ hakkında imkânsızdır ve ‎Allah-u Teâlâ bundan münezzehtir.” (s.35-37)‎
İmam Gazali’nin bu sözü gösteriyor ki "‎يَد‎ (yed: el)" lafzı ‎cümleden etten, kemikten, sinirden müteşekkil uzuv ‎manasında anlaşılıyorsa sözün zahiri “gerçek” manadır; ‎cümleden gerçek manasında anlaşılmasına imkân yoksa -‎ki bu lafızlar uzuvlardan münezzeh olan Allah hakkında ‎kullanılmaktadır- kastedilenin mecazi mana olduğu açıktır ‎ve bu durumda sözün zahiri “tercih edilen mecaz” ‎manadır. Allah-u Teâlâ’ya nispet edilen "‎يَد‎ (yed: el)", ‎وَجْه‎ ‎‎(vech: yüz), ‎قَدَم‎ (kadem: ayak), ‎النُّزُول‎ (nüzul: inme), ‎الإِسْتِوَاء‎ ‎‎(istiva) vb. lafızların lügatteki gerçek manası Allah ‎hakkında düşünülemeyeceğine göre sözün zahiri asla bu ‎mana olamaz, dolayısıyla Allah’a nispet edilen bu lafızların ‎zahirinin gerçek değil, tercih edilen mecaz olduğu açıktır. ‎
İmam Gazali’nin zahirden kastının cümleden anlaşılan ‎mana olduğuna dair bir başka delil ise şu sözüdür: ‎
‎“Eğer avam olan bir kimse, Rasulullah sallAllahu aleyhi ve ‎sellem’in “Allah-u Teâlâ her gece dünya semasına ‎iner.” sözündeki “inme” lafzına takılırsa bilmesi gereken ‎şudur: “‎النُّزُول‎ (nüzul: inmek)”‎‏ ‏lafzı‏ ‏müşterek olan (birkaç ‎mana için kullanılabilen) bir isimdir. Buna göre, bazen bu ‎lafız kullanıldığında vereceği mananın üç cisme ihtiyacı ‎olur. Bunlar; yukarıda mevcut olan cismin yerleştiği yer, ‎aşağıda mevcut olan cismin yerleştiği yer ve bu iki cisim ‎arasında yukarıdan aşağıya ya da aşağıdan yukarıya ‎hareket eden bir cisimdir. Hareket eden cisim, aşağıdaki ‎cisimden yukarıdaki cisme doğru hareket ederse buna ‎‎“çıkmak”, “yükselmek” denir. Eğer bu cisim yukarıdaki ‎cisimden aşağıdaki cisme doğru hareket ederse buna da ‎‎“inmek”, “düşmek”, “alçalmak” denir.‎
Bazen de bu lafız (inme lafzı) başka bir mana için ‎kullanılır. Bu manaya göre, cismin bir yerden bir yere ‎intikal etmesi veya hareket etmesi kastedilmez. Allah-u ‎Teâlâ’nın şu sözündeki gibi: “…ve sizin için enamdan ‎‎(deve, sığır, koyun ve keçilerden erkek ve dişi) sekiz çift ‎indirdi (var etti).” (Zümer: 6) ‎
Bu ayette “‎وَأَنْزَلَ‎ (enzele: indirdi)”‎‏ ‏‎ lafzı geçmektedir. ‎Ancak bu lafızla yukarıdan aşağıya doğru bir hareket ‎kastedilmemiştir. Zira hiç kimse, enamdan olan deve ya ‎da ineğin gökten indiğini görmemiştir. Enamlar (deve, ‎sığır, koyun ve keçi cinsi), annelerinin rahminde ‎yaratılırlar. Ayetteki “indirdi” lafzıyla elbette bir mana ‎kastedilmiştir, fakat asla gökten yere inme manasında bir ‎hareket kastedilmemiştir. Tıpkı İmam Şafiî rahmetullahi ‎aleyh’in söylediği şu sözdeki gibi: “Mısır’a girdim, ‎sözümü anlamadılar. Bunun üzerine biraz indim, ‎sonra yine indim, sonra tekrar indim ta ki onlar ‎anlayıncaya kadar.” Bu sözünde İmam Şafiî rahmetullahi ‎aleyh, bedeninin yukarıdan aşağıya intikal ettiğini kas-‎tetmemiştir (anlaşılsın diye sözünü basite indirdiğini ifade ‎etmek istemiştir).   ‎

Buna göre mu’minin kesin olarak inanması ‎gereken şudur: Allah-u Teâlâ hakkında zikredilen ‎‎“inme” sözünden, bahsettiğimiz birinci mana asla ‎kastedilmemiştir; yani bu söz, bir şahsın ve bedenin ‎yukarıdan aşağıya hareket etmesi manasında değildir. ‎Zira şahıs ve beden birer cisimdir. Yüce olan Rab ise asla ‎bir cisim değildir.” (s.53-54)‎
Bu söz de açıkça göstermektedir ki İmam Gazali ‎rahmetullahi aleyh Allah’a nispet edilen “‎النُّزُول‎ (nüzul: ‎inmek)” lafzından lügatteki gerçek manası olan ‎‎“yukarıdan aşağıya intikal etme, hareket etme” ‎kastedilmediğine, çünkü Allah’ın bu gibi cisimlere ait olan ‎vasıflardan münezzeh olduğuna, dolayısıyla kastedilenin ‎tercih edilen mecaz mana olduğuna ve bu nassın zahirinin ‎de bu mecaz olan mana olduğuna inanmaktadır. Zira bir ‎sözün gerçek manasının kastedilmiş olması imkânsız ise -‎bilinsin ya da bilinmesin- mecazi manasının kastedildi-‎ğine hükmedilir. İşte selim akıl sahibi bir kimse sözü ‎okuduğunda gerçek mananın değil, mecazi mananın ‎kastedildiğini anlarsa bu sözün zahirinden anlaşılan, ‎mecazi mana demektir. Kullanılan bu ifadelerden zaruri ‎olarak anlaşılan mecaz manasına, ister İmam Gazali gibi ‎‎“zahir” ismi verilsin ister “tevil” ismi verilsin fark etmez; ‎ihtilaf manada değil, lafızdadır.‎

Ben (Ziyaeddin el-Kudsi) şöyle diyorum:
İmam ‎Gazali rahmetullahi aleyh’in görüşünde teşbihe düşme ‎korkusu yoktur, avam bunu rahat bir şekilde anlar. İbni ‎Teymiyye’nin görüşü ise avamın kafasını karıştırır ve onu ‎teşbihe sürükler. Çünkü yed, vech, kadem, nüzul, istiva ‎gibi lafızların lügatte asıl bir manası vardır ve bu asıl olan ‎mana, hissedilen şey için konulmuştur. Yani “‎يَد‎ (yed: el)” ‎denildiğinde asıl manası, hissedilen bir eldir; “‎قَدَم‎ (kadem: ‎ayak)” denildiğinde hissedilen bir ayak, “‎وَجْه‎ (vech: yüz)” ‎denildiğinde hissedilen bir yüzdür. “Gerçek manası” ‎denildiğinde bu mana, hissedilen yani duyu organlarıyla ‎algılanabilen veya akılla hayal edilen bir manadan başkası ‎değildir. Allah-u Teâlâ ne duyu organlarıyla algılanabilir ‎ne de akılla hayal edilebilir. Buna göre “gerçek bir yed (el), ‎gerçek bir kadem (ayak), gerçek bir vech (yüz)” denildiği ‎zaman bu, hissedilen bir şey yani uzuvdur. “Nüzul ‎‎(inmek)” kelimesi de bir yerden bir yere intikal etmeyi, ‎yukarıdan aşağıya inmeyi ifade etmek için konulmuştur, ‎‎“gerçek manası” denildiğinde anlaşılan budur. Yani bu gibi ‎kelimeler gerçek manası itibarıyla hissi olan mana için ‎kullanılır. Buna göre “Bu kelimeler gerçek manada ‎kullanılmıştır.” dedikten sonra ister “mahiyeti biliniyor” ‎denilsin ister “mahiyeti bilinmiyor” denilsin fark etmez, ‎kastedilen hissi bir mana yani uzuvdur. Eğer bu ‎kelimelerden hissedilen bir şeyden başka mana istenirse, ‎bu manayı bilelim ya da bilmeyelim, bu kelimeler gerçek ‎manası ile değil, mecazi mana ile kullanılmıştır. Bir kimse ‎tevil yapmayayım diye, “Bu kelimelerin zahiri manası ‎vardır ve o mana Allah-u Teâlâ’ya layıktır, hissedilmeyen ‎bir manadır fakat ben onun mahiyetini bilmiyorum.” derse ‎aslında bir tevilden kaçıp başka bir tevile geçmiştir; ‎mecazdan kaçmış, başka bir mecaza girmiştir.‎

İbni Teymiyye, “Yed, vech, kadem, nüzul vb. lafızlar ‎gerçek manadadır ve Allah’a ait sıfatlardır, ‎mahlukatınkine benzemez.” sözüne karşı çıkanlara şöyle ‎bir kıyas sunmaktadır: “Siz, Allah’ın kudret, ilim, irade ‎sıfatları olduğunu ve bunların zati sıfatlar olduğunu kabul ‎ediyor, mahlukatın sıfatlarına benzemediğini ‎söylüyorsunuz. Aynı tavrı niçin yed, vech, kadem, nüzul ‎vb. için de takınmıyorsunuz? Bunlar da Allah’ın zati ‎sıfatıdır ve mahlukatınkine benzemez.” ‎
Cevap olarak şöyle diyorum: ‎
Birincisi; İbni Teymiyye burada yed, vech, kadem, ‎nüzul gibi teşbihi andıran lafızları kudret, ilim, irade ‎sıfatlarına kıyas etmiştir ancak böyle bir kıyas batıldır. Zira ‎kıyasın sahih olması için kıyas edilen ile kendisine kıyas ‎yapılan arasındaki ortak illetin birebir aynı olması gerekir. ‎En küçük bir farklılık, kıyası batıl kılar. Kudret, ilim ve ‎irade gibi vasıfların anlamı manevidir; bunlardan maddi ‎ya da hissi bir şey akla gelmez. Yed, vech, kadem vb. ise ‎öyle değildir; bunlar maddi yani duyu organlarıyla ‎hissedilebilendir. Dolayısıyla kudret, ilim ve irade; yed, ‎vech, nüzul gibi değildir, aralarında fark vardır, bu sebeple ‎birbirine kıyas edilemez.‎
İkincisi: İlim, kudret, irade gibi manevi sıfatlarla ‎Allah-u Teâlâ vasfedildiği zaman, “Allah’ın ilmi, insanların ‎ilmine benzemez. Allah’ın kudreti, insanların kudretine ‎benzemez. Allah’ın iradesi, insanların iradesi gibi ‎değildir.” demeye gerek yoktur çünkü ilim, kudret ve irade ‎gibi sıfatlar seviyelidir. Allah için ilim denildiğinde en ‎mükemmel ilim anlaşılır, kudret ve irade de keza. ‎Dolayısıyla bu tür manevi olan vasıflandırmaları lügat ‎manasıyla yani gerçek anlamıyla kullanarak Allah-u ‎Teâlâ’yı vasfederiz. Çünkü mana ifade eden bu lafızlar, ‎hakkında kullanılan zata göre anlam kazanır. Yed, vech, ‎kadem, nüzul ise böyle değildir, bu kelimelerin dildeki ‎zahiri (gerçek) manası hissidir; yani yed (el), vech (yüz), ‎kadem (ayak) birer uzuv, nüzul (inme) bir hareket, yukarı ‎mekândan aşağı mekâna intikaldir. Bu vasıflar arasında ‎vasfedilene uygun olarak farklar bulunsa da bu, onları ‎uzuv olmaktan çıkarmaz. Farkları, ancak şekil ve ölçü gibi ‎keyfiyetlerindedir; dolayısıyla uzuv manası olan bu tür ‎lafızları Allah hakkında gerçek, yani lügat manasında ‎kullanmak asla caiz olmaz. Bu gibi kelimeler nassın ‎siyakından ayrı olarak okunduğunda akla ilk olarak dildeki ‎zahiri yani gerçek olan mana gelir. Bu sebeple selefi ‎salihin ve ehlisünnet âlimleri bu gibi kelimelerin zahiri ‎manasından Allah’ı tenzih etmiştir. Onların Allah’tan ‎tenzih ettikleri bu manadan İbni Teymiyye de Allah’ı ‎tenzih etmektedir fakat o, Allah için kullanıldığı zaman bu ‎kelimelerin zahiri manasının mahlukata ait olan yed (el), ‎vech (yüz), kadem (ayak), nüzul (inme) gibi olmadığını, ‎Allah’a layık olan bir yed (el), Allah’a layık olan bir vech ‎‎(yüz), kadem (ayak), nüzul (inme) olduğunu ‎söylemektedir. Bu kelimeler mahlukat için kullanıldığında ‎uzvu ifade ederken Allah için kullanıldığında uzuv ‎manasına gelmeyeceğini söylemektedir. Peki, İbni ‎Teymiyye’ye göre lügatteki gerçek manasıyla anlaşılması ‎gereken bu kelimeler uzuv manasında değilse lügatteki ‎hangi gerçek manaya göre bu kelimeleri anlamalıyız? ‎Kendisi bu sorunun cevabını vermemiştir. Lügate ‎baktığımız zaman bu kelimelerin gerçek manası uzuvdur, ‎hiçbir sözlükte “Allah için kullanıldığında manası şudur.” ‎diye bir ibare geçmemektedir. Bu kelimeler Allah-u Teâlâ ‎hakkında kullanıldığında manasının mahlukata layık bir ‎mana değil, Allah’a layık bir mana olduğunu söyleyip bu ‎mana ortaya konmadığı müddetçe mana gizli kalmıştır. ‎Dolayısıyla aslında İbni Teymiyye bu kelimelere bir mana ‎vermemiştir. Şayet ona tabi olanlar mana verdiğini ‎söylüyor iseler buyursun, o manaları bizimle de ‎paylaşsınlar. ‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #1 : 09 Şubat 2019, 11:36:04 »

İkinci fark: İbni Teymiyye sözde, tecsimi ve teşbihi ‎reddettiği halde Allah-u Teâlâ için hissi olan bir cihet ‎‎(fevkıyet ciheti) ispat etmektedir. Bu inancına delil olarak ‎bazı nasların zahirini göstermektedir.(‎65) ‎
İmam Gazali ise Allah-u Teâlâ’yı hissi cihetten tenzih ‎etmektedir çünkü bu, mahlukata ait olan bir sıfattır ve ‎Allah-u Teâlâ mahlukata benzemekten münezzehtir. Bu ‎konuda İlcâmu’l-Avam (Selefi Salihinin Mezhebi) ‎kitabının 126. sayfasında şöyle demiştir: ‎
‎“Arapçada “‎فَوْقَ‎ (fevk: üst)” kelimesinin sadece iki ‎manası vardır; ya mekân üstünlüğü ya da mertebe ‎üstünlüğüdür. Takdis ve tenzihten dolayı Allah-u Teâlâ ‎hakkında mekân üstünlüğü batıl olduğuna göre “‎فَوْقَ‎ ‎‎(fevk: üst)” lafzından Allah hakkında caiz olan tek bir ‎mana kalır ki o da mertebe üstünlüğüdür. Dolayısıyla “O ‎‎(Allah), kulları üzerinde kahhardır (her türlü ‎tasarrufa sahiptir).” (el-En’am: 18)  ayetindeki ‎üstünlükten mertebe üstünlüğünü anlamak gerekir.” ‎
Ben diyorum ki: İbni Teymiyye’nin sahip olduğu bu ‎inanç, selim aklın asla kabul etmediği bir inançtır. Zira ‎Allah’ın hem mahlukata benzemekten, cisim ve cisimle ‎alakalı özelliklere sahip olmaktan münezzeh olması hem ‎de bununla birlikte yalnızca cisimlere has olan hissi bir ‎ciheti olması imkânsızdır. Mekân ve cihet yaratılmış olan ‎şeylerdir ve Allah-u Teâlâ bunları yaratmadan önce vardır. ‎Öyleyse nasıl olur da cihet ve mekânı yaratan zat, bir cihet ‎ve mekânla vasfedilebilir? En basit düşünen akıl bile bilir ‎ki cisim olmayan bir şeye, cisim için söz konusu olan ‎parmakla yukarıyı işaret ederek hissi bir cihet yani mekân ‎nispet etmek birbirine zıt olan şeylerdir. Selim akıl, böyle ‎bir tenakuzu hiçbir şekilde uygunlaştırmaz. ‎Uygunlaştırabilen varsa uygunlaştırsın, görelim. ‎
Allah’a hissi manada cihet yani mekân isnat eden İbni ‎Teymiyye ve onun görüşlerine sarılanlar, bu mekânın ‎ademî (olmayan, yaratılmamış) bir mekân olduğunu ‎söylerler. Peki, ademî yani mevcut olmayan bir mekâna ‎nasıl parmakla işaret edilebilir? Mevcut olmayan bir ‎mekân nasıl hissi olarak ispat edilebilir? Bu, hiçbir selim ‎aklın kabul etmediği apaçık bir tezattır. Mahlukata ‎benzemekten, cismi özelliklere sahip olmaktan münezzeh ‎olan Allah’ın, ancak cisimler için söz konusu olan hissi ‎mekânı olması, ancak cisimlerin cihetinin gösterilmesi için ‎söz konusu olan parmakla işaret edilmesi imkânsızdır. ‎İbni Teymiyye’nin Allah’ın gökte olduğunu, gerçek ‎manada arşın üzerinde bulunduğunu ispat etmek adına ‎öne sürdüğü delillerin hiçbiri onun lehine değildir. ‎Hanbeli âlimlerinin büyüklerinden olan İbni el-Cevzi ve ‎başka âlimler, kendi zamanlarında İbni Teymiyye gibi ‎görüşe sahip olanlara güzel bir şekilde reddiye ‎yapmışlardır.(‎66)‎
İbni Teymiyye sahip olduğu bu görüşün, selefi salihinin ‎görüşü olduğunu iddia edip bu görüşe sahip olmayanları ‎bidatçi diye vasfetmektedir. Bu iddiasına delil olarak ‎İmam Malik’ten sabit olmayan şu sözü getirmektedir: ‎‎“İstiva malumdur, keyfiyet ise meçhuldür. Ona iman ‎etmek vacip, hakkında soru sormak bidattir.”‎
Bu söz İmam Malik’ten sabit kabul edilse bile yine de bu ‎sözden İbni Teymiyye’nin anladığı mana çıkmaz, kaldı ki ‎İmam Malik’ten bu konuda sabit olarak gelen rivayetler, ‎onun sözünün İbni Teymiyye’nin anladığı gibi olmadığını ‎çok açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır. İmam ‎Malik’ten sabit olan rivayette o, şöyle demiştir: “Allah, ‎‎“El-Rahmân, arşa istiva etti.” (Tâ hâ: 5) ‎buyurmuştur. Allah nefsini (Kur’an’da) vasfettiği gibidir, ‎O’nun hakkında “nasıl” denilmez. Keyfiyet O’ndan ‎kaldırılmıştır.” Sabit olan başka bir rivayette ise şöyle ‎geçmektedir: “İstiva meçhul değildir (hakkında ayet ‎vardır). Keyfiyet düşünülmez (aklı aşar). Ona iman etmek ‎vaciptir, (manası ve keyfiyeti) hakkında soru sormak ise ‎bidattir.” Bu sözlere bakıldığında açıkça anlaşılmaktadır ki ‎İmam Malik’in anlatmak istediği şey, istivanın hissi ‎manada olmayıp Allah’ın zatına layık olduğu ve mahiye-‎tinin bilinemeyeceğidir.(‎67)



‎(‎65) Bu konuda İbni Teymiyye’nin el-Hameviye el-Kubra s.419-421’e ‎ve diğer kitaplarına bakılabilir.‎
‎(‎66) Bu meseleyle ilgili selefi salih âlimlerinin ve onlara tabi ‎olan âlimlerin görüşlerini içeren bir kitapta, delilleriyle birlikte bu ‎mesele geniş bir şekilde ele alınacaktır.‎
‎(‎67) Bu konuda daha geniş açıklama için Selefi Salihinin ‎Mezhebi kitabının 78-79. sayfalarına bakılabilir.‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #2 : 12 Şubat 2019, 00:04:53 »

Üçüncü fark: İbni Teymiyye, müteahhir âlimlerinin ‎müteşabih ayetlerde yaptıkları tevili Allah’ın sıfatlarını ‎iptal etmek olarak görüp Allah’ın ayetlerini tahrif etmek ‎sayar. Müteahhir âlimlerin tevili ise müteşabih ayetlerde ‎geçen kelimelere lügatteki gerçek manasını vermeyip, ‎çünkü bunlar Allah’a layık olmayan manalardır, kelimeye ‎mecazi manalarından Allah’a layık olan bir manayı seçip ‎vermektir. İşte İbni Teymiyye böyle yapmayı, sıfatı iptal ve ‎Allah’ın ayetlerini tahrif etmek olarak vasıflandırmaktadır. ‎İmam Gazali rahmetullahi aleyh ise böyle bir tevil yapmayı ‎sadece avama yasaklamakta, belli şartlar dâhilinde ‎âlimlere cevaz vermektedir.‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #3 : 13 Şubat 2019, 12:21:24 »


Dördüncü fark: İmam Gazali, Allah’ın cisimden ve cisimle alakalı şeylerden münezzeh ‎olduğunu söylemektedir. İbni Teymiyye ise bu gibi sözleri kullanmanın bidat olduğunu ve ‎bunların kelamcıların uydurduğu batıl şeyler olduğunu söylemektedir. ‎
Bu konuda şuna dikkat etmek gerekir: Kullanılan lafızlar yeni olsa bile kastedilen mana ‎haktır. İbni Teymiyye ise bu sözleri hem lafız hem de mana olarak reddetmiştir yani ona göre ‎‎“Allah cisimdir.” de denilmez “cisim değildir” de denilmez.‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #4 : 14 Şubat 2019, 00:31:20 »


Beşinci fark: İbni Teymiyye kelamcıların kullandığı ‎delillerin kullanılmasını caiz görmeyip bunlara bidat ‎demektedir. İmam Gazali ise kelamcıların kullandığı ‎delilleri tamamen reddetmemekte, bu delillerin ilaç gibi ‎olduğunu ve belli kişilere verilmesinin caiz olduğunu ‎söylemektedir. Yani İslam’a uygun olan kelam ilminde ‎kullanılan sahih akli delillerin bazı insanlara ‎kullanılmasında bir sakınca yoktur.‎
İbni Teymiyye şöyle demektedir: “Allah’ın yed’i (eli) ‎vardır fakat mahlûkatın eli gibi değildir; Allah’ın vech’i ‎‎(yüzü) vardır fakat mahlûkatın yüzü gibi değildir; Allah’ın ‎kadem’i (ayağı) vardır fakat mahlûkatın ayağı gibi değildir. ‎Allah’a nispet edilen bu yed, vech ve kadem lafızlarını ‎Arapçaya göre anlamamız gerekir.” Ancak lügate ‎bakıldığında ‎يَد‎ (yed: el), ‎وَجْه‎ (vech: yüz) ya da ‎قَدَم‎ (kadem: ‎ayak) kelimelerinin hissedilen birer uzuv olduğu ‎görülmektedir. Öyleyse bu lafızlar Allah’a nispet edildiği ‎zaman Arapça manası nedir? Bu soruya İbni Teymiyye ‎mezhebine sahip olanlardan cevap bekliyoruz. Eğer ‎‎“Manayı bilmiyoruz.” derseniz o halde mana belli değildir ‎ve o mana Allah’a havale edilmiştir. Bu durumda İbni ‎Teymiyye’nin “techil, ilhad, en şerli mezhep” diye ‎vasfettiği tafvid mezhebine gelinmiş olur. O halde böyle ‎bir mezhebe girmemek için Allah’a nispet edilen yed, vech ‎ve kadem lafızlarına Arapçadaki manasını vermeniz ‎gerekir. İbni Teymiyye “Bu lafızlar mahlûkat için uzuv ‎manasındadır, Allah için uzuv değildir.” diyor. Eğer Allah ‎için kullanılan bu kelimelerin manası uzuv değilse nedir? ‎Allah için bu kelimenin lügatteki manası nedir? Bu ‎sorunun cevabını İbni Teymiyye’nin kitaplarında ‎bulamadık; kim bilir, belki vardır da biz görememişizdir. ‎Şayet ona tabi olan öğrencilerinden bulan varsa bize ‎söylesin ya da bu sözleri nasıl anlayacağımızı bize ‎açıklasın. Çünkü bize göre Allah için kullanılan bu ‎lafızların ya manası bilinmemekte ve Allah’ın bildiği bir ‎şeydir ki bu, tafvid akidesidir ya da lügatteki manası ‎gibidir ki bu da tecsim akidesidir. Üçüncü bir mana varsa ‎onu bize öğretin de öğrenelim.‎
Şunu da belirtmek isterim: Ben, bu kelimenin ‎keyfiyetini sormuyorum. Çünkü biliyorum ki “Bunların ‎keyfiyeti vardır fakat biz bu keyfiyeti bilmiyoruz, Allah’a ‎aittir.” diyeceksiniz. Ben, Allah’a nispet edilen bu ‎kelimenin lügatteki gerçek manasının ne olduğunu ‎soruyorum. Bu kelimeler mahlûkata nispet edildiğinde ‎elbette uzuv olarak anlaşılır. Peki, bu kelime Allah’a nispet ‎edildiğinde lügatteki manası nedir? Biz biliyoruz ki Kuran ‎Arapça inmiştir ve mutlaka Arapçaya göre anlamamız ‎gerekir. Kuranda geçen kelimelerin gerçek manaları ‎elbette Arap dilinde mevcuttur. Allah’a nispet edildiğinde ‎de manasının mevcut olması gerekir, mahlûkata nispet ‎edildiğinde de manasının mevcut olması gerekir. Bizim ‎sorumuz ise şudur: Bu lafızlar Allah’a nispet edildiğinde ‎lügatteki gerçek manası nedir? ‎

İmam Gazali ile İbni Teymiyye arasındaki farkların ‎ortaya konulduğu bu başlıkta, sıfat meselesini yakından ‎ilgilendiren şu meseleyi zikretmeden geçmek ‎istemiyorum:‎
Bilinmelidir ki Kur’an’ın bazı ayetleri muhkem, bazı ‎ayetleri de müteşabihtir. Hangi ayetlerin müteşabih ‎olduğu ve müteşabih ayetlerden neyin kastedildiği ‎konusunda birçok görüş vardır. Bu konuda doğru olan ‎şudur: Müfessirlerin cumhuruna göre Kur’an-ı Kerim’deki ‎müteşabih ayetlerden kasıt, Allah’ın sıfatları ve fiilleri ile ‎alakalı ayetlerdir. “Allah’ın yed’i (eli), beyat verirken ‎beyat edenlerin elleri üzerindedir.” (Fetih: 10), “El ‎Rahmân, arşa istiva etti.” (Tâ hâ: 5), “Muhakkak ki ‎Meryem oğlu Mesih İsa; Allah’ın rasulüdür (o, asla ‎sizlerin iddia ettiği gibi Allah ya da Allah’ın oğlu değildir). ‎O, (babasız olarak) Meryem’in karnında Allah’ın (ol) ‎kelimesi (emri) ile var olmuştur” (Nisâ: 171) gibi ‎ayetler, müteşabih ayetlerdendir.‎
Bazı müfessirlere göre ise müteşabih ayetlerden kasıt, ‎gaybi haberlerdir. Ahiretin sıfatını ve ahirette olacak ‎şeyleri bildiren ayetler böyledir. ‎
Bütün müfessirler Âli İmrân: 7 ayetinde iki yerde ‎durulabileceği konusunda ittifak etmiştir. ‎
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:‎

هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ ‏آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ ‏وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في ‏قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ ‏مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء ‏تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ ‏وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ ‏آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا ‏يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ ﴿٧﴾‏

‎“(Ey Muhammed! Göklerde ve yerde hiçbir şey ‎kendisine gizli kalmayan, ibadete kendisinden başkası ‎layık olmayan, tek gerçek rab ve ilah olan) O yüce zat ‎sana Kur’an’ı indirdi. O kitapta muhkem (delalet ‎ettiği mana açık olan ve hiçbir ihtilafa mahal bırakmayan) ‎ayetler vardır, onlar kitabın anasıdır (aslıdır. İhtilaf ‎edildiğinde mutlaka onlara başvurulması gerekir). ‎Ayetlerin bir kısmı da müteşabihtir (delalet ettiği ‎mana açık olmayıp ihtilafa sebep olabilen ayetlerdir). ‎Kalplerinde haktan sapma eğilimi olanlar, ‎‎(muhkem ayetleri bırakıp) Kur’an’ın müteşabih ‎ayetleriyle amel etmek isterler. Bunu,  fitne (fesat) ‎çıkarmak ve (ayetleri heva ve heveslerine göre) tevil ‎etmek için yaparlar. Müteşabih ayetlerin gerçek ‎manasını yalnız Allah bilir ve ilimde derinleşenler ‎şöyle derler: “Biz bunlara (müteşabih ayetlere) iman ‎ettik, (muhkem ve müteşabih ayetlerin) hepsi ‎Rabbimizin katından indirilmiştir.” Bu ‎açıklamalardan ancak akıl sahipleri öğüt alır ‎‎(muhkem ve müteşabih ayetlere iman edip müteşabih ‎ayetleri muhkem ayetlere göre anlar).” (Âli İmrân: 7)‎

Birinci görüş: Âlimlerin cumhuruna göre ayetteki ‎durak, ‎وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُ‎ “Müteşabih ‎ayetlerin gerçek manasını yalnız Allah bilir” lafzının ‎sonundadır. Ayetin bu kısmında durulduğunda ayet; ‎‎“Müteşabih ayetlerin gerçek manasını sadece Allah bilir, ‎ilimde derinleşenler bilmez.” manasında olmaktadır. Bu ‎sebeple cumhur, müteşabih ayetlerde tafvid yapmak ‎gerektiğini söylemiştir. Yani bu ayet, tafvid inancının ‎delilidir. Buna göre insanların müteşabih ayetleri, ‎muhkem ayetlere dayanmadan tefsir etmemesi gerekir ‎çünkü bunları idrak etmek mümkün değildir. Böyle ‎ayetleri muhkem ayetlere dayanmadan tefsir etmeye ‎kalkışan kişi sapmış olur. ‎

İkinci görüş: Bazı âlimlere göre ayetteki durak, ‎وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ‎ “ve ilimde derinleşenler” lafzının ‎sonundadır. Ayetin bu kısmında durulduğunda ayet; ‎‎“Müteşabih ayetlerin gerçek manasını Allah ve ilimde ‎derinleşenler bilir.” manasında olmaktadır. ‎
İmam Gazali ikinci görüşü tercih etmiştir. İbni Teymiyye ‎de ikinci görüşü tercih etmiştir ancak ayeti anlama ‎bakımından aralarında fark vardır. ‎
İbni Teymiyye bu ayeti şöyle açıklamaktadır: “Selefi sali‎hin, müteşabih ayetlerde geçen lafızların mücmel olarak ‎zahirini aldı fakat keyfiyetini araştırmadı. Çünkü ayetteki ‎‎“‎زَيْغٌ‎ (sapmak)” sözünden kasıt, müteşabih ayetlerdeki ‎lafızların keyfiyetini araştırmaktır.” ‎
Dolayısıyla İbni Teymiyye’ye göre ayetlerin müteşabih ‎olması kişinin aklına göredir, gerçekte ise ayetler bizatihi ‎müteşabih değildir. Bütün ayetler sarih akla uygundur, ‎ayetlerdeki lafızların lügatteki zahiri (gerçek manası ve ‎hakikati) açıktır ve bilinmektedir. Fakat bazı insanlar için ‎bazı ayetler müteşabih olur çünkü onlar, böyle ayetlerdeki ‎lafızların keyfiyetini ve gerçek mahiyetini araştırmaya ‎kalkıp saparlar. Müteşabih ayetlerin gerçek manasını ‎‎(keyfiyetini) kimse bilemez. İşte, böyle ayetlerdeki ‎lafızların gerçek manasını (keyfiyetini) düşünen kişi sapar. ‎Bu sebeple müteşabihlik, akıllara nispet edilmiştir, ‎kelimelerin gerçek manasına yönelik bir vasıf değildir. ‎Hakkı isteyen kalpler, bu lafızların gerçek manasından ‎sapmaz. Ancak keyfiyeti yani mahiyeti düşünürse sapar. ‎Ayette geçen müteşabih kelimesini böyle anlamak gerekir. ‎Eğer müteşabihten kasıt; sadece Allah’ın bildiği, insan-‎ların ise bilmediği şeyler demek olursa bu durumda ‎‎“Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem ve sahabeleri bu ‎kelimelerin manasını anlamadılar ve Allah’a tafvid ettiler. ‎Çünkü Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem bu kelimelerin ‎manalarını bilseydi mutlaka sahabelere anlatırdı, ‎sahabelere anlatmadığına göre Rasulullah sallAllahu aleyhi ‎ve sellem de bu kelimelerin manasını bilmiyordu.” denilmiş ‎olur. Rasul ve sahabeler hakkında böyle düşünmek ise ‎onlara laf atmak ve onların değerini düşürmek manasına ‎gelir.‎
İbni Teymiyye’ye göre bu okuyuş (birinci durakta ‎durarak okumak) sabit olan bir okuyuştur ve bu okuyuşa ‎göre müteşabih ayetlerin tevilini sadece Allah bilir. Bu ‎görüşü kabul etsek bile tafvid diye bir şey yoktur. Buradaki ‎tevil, kelam âlimlerinin ıstılahındaki tevil değildir.‎
İbni Teymiyye’ye göre tevilden kasıt; bir şeyin gerçeğini ‎‎(hakikatini) yani Allah katındaki manasını bilmektir. Yani ‎kişi, bir şeyin tevilini biliyorsa onun hakikatini, ne ‎olduğunu biliyor demektir. Tevilden kasıt, sonradan çıkan ‎tevil değildir. Sonradan çıkan tevilden kasıt ise halef ‎âlimlerinin ıstılahi manada kullandıkları tevil sözüdür. ‎Istılahi manada tevil; bir lafza zahir olan lügat manasını ‎vermeyip bir sebepten veya delilden dolayı zahir olmayan ‎başka bir mana vermektir. Yani kuvvetli (akla gelen ilk) ‎manayı vermeyip muhtemel manayı vermektir. Bu ıstılah; ‎usul ve kelam âlimlerinin ıstılahıdır, bu ayette geçen tevil ‎kelimesi ise bu manada değildir.‎
Sonuç olarak İbni Teymiyye’ye göre; ister “ ‎اِلَّا اللّٰهُ‎ (sadece ‎Allah)” lafzının sonunda durulsun ister “ ‎وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ‎ ‎‎(ve ilimde derinleşenler)” lafzının sonunda durulsun, ‎sonuçta zahiri manasını kabul edenler tevil ‎yapmamışlardır. Çünkü tefsir yapanlar sadece zahiri ‎aldılar ve tevil yapmadılar. Yani ayette ister birinci durakta ‎durmayı tercih edenler olsun ister ikinci durakta durmayı ‎tercih edenler olsun, tevil yapmadılar. Çünkü ona göre ‎tevil, bir lafzın gerçek manasını bilmek demektir ve ‎lafızların gerçek mahiyetini (keyfiyetini) sadece Allah bilir, ‎kimse bilemez. ‎
İmam Gazali ise İbni Teymiyye gibi durağın “‎وَالرَّاسِخُونَ فِي ‏الْعِلْمِ‎ (ve ilimde derinleşenler)” lafzının sonunda olduğu ‎görüşünü alıp Allah’ın sıfatlarıyla ilgili ayetlerde zahire ‎göre tefsir yapsa da İbni Teymiyye ile aralarında fark ‎vardır. Zira İmam Gazali rahmetullahi aleyh ayetteki ‎müteşabihi akıllara nispet etmemekte; müteşabihi, Allah-‎u Teâlâ hakkında verilen ve lügatteki gerçek manası ‎teşbihi çağrıştıran haberler olarak görmektedir. İmam ‎Gazali müteşabih ayetlerin manasını rasuller ve ilimde ‎derinleşenlerin bileceği görüşünü almıştır. Yani onlar, ‎akıllarının alabileceği kadarıyla bu ayetlerin manalarını ‎anlarlar; yoksa bu, Allah’ın mahiyetini bildikleri anlamına ‎gelmez çünkü beşer aklı ilim konusunda ne kadar ‎yükselse de Allah-u Teâlâ’nın zatının ve sıfatlarının ‎mahiyetini idrak konusunda acizdir. Allah-u Teâlâ’nın ‎zatının ve sıfatlarının mahiyetini kendisinden başkası ‎bilmez. ‎
İmam Gazali’ye göre müteşabih ayetler yüce Allah’ın ‎zatı hakkında zikredilen haberlerdir ve bu haberlerin ‎manasını bilmek farz değildir; âlim olmayan bu manaları ‎anlayamaz, anlamakla da mükellef tutulmamıştır. Onlara ‎farz olan; Kuran’ın muhkemiyle amel etmek, ‎müteşabihine iman edip İlcâmu’l-Avâm (Selefi Salihinin ‎Mezhebi) kitabında zikredilen avama vacip yedi vazifeyi ‎uygulamaktır. Dolayısıyla ayette yasaklanan, tevil ehli ‎olmayanın yaptığı tevildir.‎
Zahire gelince; yukarıda izah ettiğimiz üzere İmam ‎Gazali’nin zahirden kastı, selim aklın bir sözü okuduğunda ‎sözün siyak ve sibakından anladığı manadır. Allah ‎hakkındaki lafızların zahiri ise kuvvetli olan mecaz ‎manadır, gerçek mana değildir. Yani İbni Teymiyye ‎‎“Ayetlerde geçen ‎يَد‎ (yed: el) kelimesinin manası lügatte ‎geçen eldir ve bu, Allah’a layık olan bir eldir; istiva, gerçek ‎bir istivadır ve Allah’a layıktır; ‎عَيْن‎ (ayn: göz), gerçek bir ‎gözdür ve Allah’a layıktır; ‎وَجْه‎ (vech: yüz), gerçek yüzdür ‎ve Allah’a layıktır. Çünkü kelimelerin lügatteki zahiri ‎manası bunlardır.” demekte, İmam Gazali ise bu lafızların ‎zahirinin Allah hakkında gerçek manayı ifade etmediğini, ‎açık olan mecaz manasını ifade ettiğini söylemektedir. ‎Dolayısıyla bu kelimeyi zahir olan açık mecaz manasıyla ‎anlayan kişi tevil yapmış sayılmaz. Çünkü tevil, zahiri ‎manasını almayıp başka bir mana almaktır. Dolayısıyla ‎açık olan mecaz manası alındığında ne tevil yapılmış ne ‎de kelimenin lügatteki gerçek manası verilmiş olur. Birinci ‎farkı açıklarken İmam Gazali’nin İlcâmu’l-Avâm (Selefi ‎Salihinin Mezhebi) kitabından naklettiğim sözleri buna ‎delildir.‎

Sonuç olarak şöyle diyoruz: Müteşabih ayet ve ‎hadisler konusunda İmam Gazali’nin görüşünün daha ‎doğru olduğuna inanmakta, bunun daha dakik, daha ‎doğru ve daha selametli yol olduğunu görmekteyiz. Çünkü ‎bu, tenzihi asıl gören, avamı teşbih ve tecsimden ‎uzaklaştıran ve insanları çetrefil anlayışa sürüklemeyen ‎bir yoldur. ‎
İbni Teymiyye ile İmam Gazali arasındaki Allah’ın ‎sıfatlarıyla ilgili farkı ana hatlarıyla anlattık. Buna göre İbni ‎Teymiyye'nin, İmam Gazali'nin kitabı hakkında söylediği ‎‎“Selefin akidesini temsil ediyor.” sözü gerçekten doğru bir ‎sözdür. Fakat bu akide, İbni Teymiyye’nin akidesi değildir. ‎İlcâmu’l-Avâm kitabı için hem “Selefin akidesini temsil ‎ediyor.” demek hem de ona zıt bir akideye sahip olup ‎‎“Selefin akidesi budur.” demek, açık bir çelişkidir.‎




Kayıtlı
Sayfa: [1]   Yukarı git


Eğer üye iseniz lütfen üye girişinden giriş yapınız.

Eğer üye değilseniz 10 saniyenizi ayırarak üye olabilirsiniz. 

Dosyaları indirebilmek ve de içerikleri görebilmek için

üye olmanız gerekmektedir.


  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

Sitemiz üzerinden erişilebilen şeylerde Allah'ın razı olmadığı şeyler varsa, bunları reddediyoruz.