HAKKA DAVET FORUMU
 
*
Hoşgeldiniz, Ziyaretçi.Lütfen giriş yapın veya kayıt olun. 29 Mart 2024, 00:11:37


Kullanıcı adınızı, parolanızı ve aktif kalma süresini giriniz


Sayfa: [1]   Aşağı git


Eğer üye iseniz lütfen üye girişinden giriş yapınız.

Eğer üye değilseniz 10 saniyenizi ayırarak üye olabilirsiniz. 

Dosyaları indirebilmek ve de içerikleri görebilmek için

üye olmanız gerekmektedir.


  Yazdır  
Gönderen Konu: Fasıl  (Okunma Sayısı 3961 defa)
0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« : 04 Şubat 2019, 00:08:47 »


Metin:‎ FASIL

Şöyle diyebilirsin:‎
‎“Zikredilen bu sebeplerle avamın kalbinde kesin tasdikin hâsıl olacağını reddetmiyorum. ‎Fakat bu şekildeki tasdikin bilmekle alakası yoktur. Şüphesiz insanlar gerçek manada bilmekle ‎mükellef tutuldular, hak ile batılı ayırt edemeyeceği cehalet cinsinden bir inançla değil.” ‎
Cevap şudur: ‎
Mükelleften istenen şeyin gerçek marifet olduğu, sadece tasdik olmadığı görüşü doğru ‎değildir. Halkın mutluluğu; olan şeye, olduğu gibi kesin bir şekilde inanmaktadır. Halk, olan ‎şeye olduğu gibi inandığı zaman kalplerinde hakkın hakikatine uygun bir suret nakşedilir. ‎Öldüklerinde hakikatten örtü kaldırıldığı ve dünyada inandıkları hakikati olduğu gibi ‎müşahede ettikleri zaman zor duruma düşmez, utanç veren bir ateşle ve cehennem ateşiyle ‎yanmazlar. İşte hakkın sureti bir kişinin kalbine nakşedildiğinde artık kalbine bu hakkın ‎suretini nakşeden sebebin ne olduğuna bakılmaz. Bu sebep, gerçek bir delil olabileceği gibi ‎zahiri delil gibi görünen veya ikna edici bir delil de olabilir ya da bu hak, söyleyenin doğru ‎olduğuna inanılarak veya sebepsiz, sırf taklitten dolayı kabul edilmiş olabilir. Çünkü istenen, ‎hakkın kalbe nakşedilmesinin ne şekilde olduğu değildir; istenen fayda, hakkın hakikatinin ‎olduğu gibi kalpte bulunmasıdır. ‎
Kim Allah-u Teâlâ’ya, sıfatlarına, kitaplarına, rasullerine ve ahiret gününe hakkın ‎gerektirdiği şekilde inanırsa işte o kimse mutludur, velev ki bu inancı kelam ilmine uygun bir ‎delille hâsıl olmasın. ‎
Allah-u Teâlâ kullarını bundan başkasıyla, yani hakka kesin bir şekilde ve olduğu gibi ‎inanmak dışında bir şeyle mükellef tutmamıştır. ‎
Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’den mütevatir olarak gelen haberlerle kati olarak ‎bilinmektedir ki; bedeviler ona geldikleri zaman Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem onlara ‎imanı anlatıyor, onlar bu imanı kabul edip tekrar deve ve koyunlarına çobanlık yapmaya ‎koyuluyorlardı. Onlar hiçbir zaman Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem'in doğruluğuna ‎delalet eden mucizeleri düşünmekle ya da âlemin hâdis olduğu ve bu âlemi yaratanın varlığını ‎ispat etmekle yahut Allah’ın vahdaniyetinin delillerini ve diğer sıfatlarını düşünmekle mükellef ‎tutulmadılar. Hatta Arapların kaba saba olan ve zeki olmayanlarının çoğu eğer bununla ‎mükellef tutulsalardı anlamaz ve uzun bir müddet anlatılsa bile idrak edemezdi.  ‎
Hatta onlardan bazıları Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem'e yemin ettirerek: "Allah seni ‎rasul olarak mı gönderdi?" derlerdi, Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem de onlara: “Allah’a ‎yemin olsun ki Allah beni rasul olarak gönderdi.” diye cevap verirdi de bu yeminden ‎dolayı onlar tasdik eder ve dönüp giderlerdi. Bir başkası da Rasulullah sallAllahu aleyhi ve ‎sellem’e gelip ona baktığında: “VAllahi bu yüz, yalancının yüzü değildir.” der ve Rasulullah’ı ‎hemen tasdik ederdi. Buna benzer örnekler sayılamayacak kadar çoktur. ‎
Yine gerek Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in zamanında gerekse ashabının ‎zamanında tek bir gazveyle binlerce kişi İslam’a girerdi de çoğu kelamî delilleri anlamazdı. ‎Zira anlaması için işini gücünü terk edip uzun bir müddet bir Müslümanın yanında kalmaya ‎ihtiyacı vardı. Oysa onların böyle yaptıklarına dair herhangi bir şey nakledilmemiştir.‎
Buna göre zaruri ilimle bilinmiştir ki Allah-u Teâlâ, halkı sadece Rasulullah sallAllahu aleyhi ‎ve sellem’in söylediği şeylere iman ve kesin bir tasdikle mükellef tutmuştur, bunu ne şekilde ‎elde ederlerse etsinler.‎
Evet, delilleri bilip onlardan hüküm çıkarabilen kişinin derece bakımından mukallitten ‎üstün olduğu inkâr edilemez. Fakat delilleri bilen nasıl mu’min ise hak konusunda taklit eden ‎kişi de aynı şekilde mu’mindir.‎

Eğer: “Müslüman mukallit, kendisini Yahudi mukallitten nasıl ayırır?” diye sorarsan şöyle ‎cevap veririz:‎
Mukallit olan kişi taklidi ve kendisinin mukallit olduğunu bilmez. Bilakis kendi nefsinde ‎hakkı bilerek tasdik ettiğine inanır ve bu inancında asla şüphe etmez. Yahudinin batıl, ‎kendisinin ise hak üzere olduğuna kesin bir şekilde inandığı için Yahudi ile kendi arasını ‎ayırmasına ihtiyacı yoktur.‎
Kuvvetli olmasa bile zahir olan bazı karine ve delillere dayanarak kendisini Yahudiden ‎ayırır ve kendisini hak üzerinde görür. Dolayısıyla Müslüman mukallidin kendisinin hak üzere ‎olduğuna inanması gibi Yahudi mukallidin de kendisinin hak üzere olduğuna inanması, ‎Müslümanın inancına zarar vermez. ‎
Aynı şekilde delili bilen kişi kendisinin Yahudilerden farklı olduğunu delille ayırt eder ve ‎kelam ilmine sahip olup delillere bakan bir Yahudi ona: “Ben hak üzereyim, buna dair delilim ‎var.” dese de asla onu şüpheye düşüremez. İşte delille hak üzere olduğunu iddia eden bir ‎Yahudi, delille hak üzere olduğunu bilen bir Müslümanı nasıl şüpheye düşüremiyorsa, hakka ‎kesin olarak inanan bir mukallit de asla imanında şüpheye düşmez. İnancında şüpheye ‎düşmemesi ve batılcıların sözlerine karşı gelmesi, mukallide iman konusunda yeterlidir.‎
Sen hiç, gerçek manada iman eden bir avamın kendi taklidi ile Yahudinin taklidi arasındaki ‎farkı ayırt edemediğinden dolayı üzülüp dertlendiğini, sıkıntıya düştüğünü gördün mü? Hatta ‎bu, onların aklına bile gelmez. Eğer akıllarına gelir ya da onlara söylenirse, bu sözü söyleyen ‎kişiye gülerler ve: “Bu ne saçmalıktır! Hak ile batıl eşit mi ki batılla aramızı ayıracak bir farka ‎ihtiyaç olsun? Onun batıl üzere olduğu bellidir, ben ise hak üzereyim ve buna inancım kesin ‎olup hiçbir şüphem yoktur. Aramızdaki fark kesin olarak biliniyorken niçin bu farkı isteyeyim ‎ki?” derler.‎
İşte inancı sağlam olan ve inancında şüphe bulunmayan mukallidin hâli budur! Kendi ‎dininin hak olduğuna inanan Yahudi mukallit, batıl üzerinde olduğu halde dini konusunda ‎şüphe duymuyorken, hak üzerindeki Müslüman mukallit inandığı şeyler konusunda nasıl ‎şüphe duysun?‎
Bu açık bir şekilde gösteriyor ki mukallitlerin inançları kesindir ve şeriat onları sadece ‎bununla mükellef kılmıştır. ‎
Eğer: “Farz edelim taklit etmeyen, aynı zamanda Kur’an delilleriyle ve daha önce zikredilen ‎hak ile batılı ayırıcı özellikteki açık sözlerle de ikna olmayan cedelci ve inatçı bir avam var. ‎Ona karşı ne yapılmalıdır?” denilirse şöyle cevap veririz: ‎
Bu avam hastadır; tabiatı, aslî olan selim ve sağlıklı yaratılıştan kaymıştır. Onun ‎durumuna bakılır: Eğer inat ve cedelin, tabiatına hâkim olduğunu görürsek onunla ‎cedelleşmeyiz (tartışmayız). Eğer imanın asıllarından bir aslı inkâr ediyorsa yeryüzünü ondan ‎temizleriz. Eğer akıllı olan, doğru anlatıldığı zaman anlayıp kabul eden, âdet olsun diye ‎boşuna cedelleşmeyip ancak hak için tartışan ve sözün zahirinden derinine indiğimizde hakkı ‎kabul edecek vasıfta bir kişiyse ona gücümüz yettiğince ilaç verir, acılı tartışmalarla ve tatlı ‎delillerle tedavi ederiz. Genel olarak, onunla Allah’ın emrettiği şekilde güzellikle tartışmaya ‎çalışırız.‎
Bizim belli bir miktarda ona ilaç vermeyi caiz görmemiz, yani tedavi etmek için derine ‎inmeye ruhsat vermemiz, kelam ilminin kapısının herkese açılabileceğine delalet etmez. ‎Çünkü ilaçlar, hasta olanlara verilir. Bunların sayısı ise sağlıklı olanlara nazaran azdır. Zaruret ‎sebebiyle hastaya verilen ilaç, hasta olmayana verilmez. ‎
Aslî olan sahih fıtrat, tartışma ve delillerin gerçeklerini açıklamaya girmeden imanı kabul ‎etmek için hazırdır. Hasta olmayana ilaç vermenin zararı, hasta olana ilaç vermemenin ‎zararından daha az değildir. Allah-u Teâlâ’nın, nebisine emrettiği gibi her şey yerine koyulsun. ‎O şöyle buyurmaktadır:‎
‎ ‎
ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ ‏وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن ‏سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ ﴿١٢٥﴾‏
‎"Ey rasulüm! İnsanları Rabbinin yoluna (dinine) hikmet (şek ve şüpheyi kaldıran ‎hikmetli açık sözler) ve güzel öğüt (selim aklın ve doğru mantığın hoşuna giden etkileyici ‎sözler ve ikna edici deliller) ile çağır. Ve onlarla en mükemmel ve ikna edici üsluplarla ‎tartış. Muhakkak ki Rabbin, kimin dosdoğru yolundan (dininden) saptığını, kimin ‎de doğru yolda olduğunu çok iyi bilir." (el-‎Nahl: 125)‎
Hakka hikmetle davet edilecek olanlar başka bir kavim, güzel öğütlerle davet edilecekler ‎başka bir kavim, iyi bir tartışmayla davet edilecekler ise başka bir kavimdir. Bu metotları ‎Kıstâsu’l-Mustakîm kitabında açıkladık. Bunları tekrarlayarak sözümüzü uzatmayalım. ‎

Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun (Allah’ı yücelterek över ve verdiği nimetlerden ‎dolayı O’na şükrederiz)! ‎

Açıklama:‎
İmam Gazali rahmetullahi aleyh, Kur’an ve sünnette Allah-u Teâlâ hakkında varit olan ‎müteşabih naslar konusunda avama karşı takınılacak tavrı, selefi salihinin metodunu ve avam ‎için en uygun olanın bu olduğunu, avamın bununla mükellef olup başka bir şeyle mükellef ‎olmadığını ve avama vacip olan yedi görevi anlattıktan sonra, kelam ilminin metodunu her ‎durumda, tamamen reddediyormuş gibi anlaşılmasın diye ortaya bir soru atıp o soruya cevap ‎vermektedir. Verdiği cevaplardan şöyle bir sonuç çıkmaktadır: ‎
İnsanlar iki kısımdır: Avam olanlar ve âlim olanlar. Avam için uygun olan; kelam ilminin ‎kaidelerine, delillerine girmemesidir. Avama, bu gibi şeylerden bahsedilmemesi gerekir; sadece ‎ona vacip olan yedi görev anlatılmalı ve bu yedi göreve zıt olan şeylerden uzak tutulmalıdır. ‎Avama her şeyden önce Allah’ı nasıl tenzih edeceği öğretilmeli; Allah hakkındaki müteşabih ‎ayet ve hadisler konusunda kesinlikle tevile girmemesi, mana vermemesi tembihlenmeli; ‎mana sorduğunda ise karşı çıkılmalı ve aynen İmam Malik’in verdiği cevap verilmelidir. Âlim ‎olanlar ise şüphelere reddiye yapabilmek için elbette meselelerin derinine inmeli ve kelam ‎ilmini iyice bilmelidirler. Kelam ilmini öğrenmek asla farzı ayn değildir. Halkın mükellef ‎olduğu ve onlara farzı ayn olan şey; Allah’ı noksan sıfatlardan ve mahlukata benzemekten ‎tenzih etmek ve inanmaları vacip olan şeylere inanmaktır. Bu inancın geçerli ve sahih olması ‎için delille bilinmesi şart değildir.‎
İmam Gazali rahmetullahi aleyh, avamlara Kur’an delillerini sunmanın, Kur’an metotlarını ‎kullanmanın en uygun ve selefi salihinin metodu olduğunu bildiriyor. Çünkü Kur’an’ın ‎delilleri, akıl sahibi olan herkesin rahatlıkla anlayabileceği delillerdir. Kelam ilminin delilleri ise ‎böyle değildir; derin deliller olup anlamak için zekâ üstünlüğü gerektirir ki böyle bir zekâ çok ‎az kimsede bulunur. Yani kelam ilmi havas olan, üstün zekâlı insanların ilmidir; herkes onu ‎anlayamaz, kaldıramaz. ‎
İmam Gazali’nin bu kitabında mutlak bir şekilde kelam ilmini ya da mutlak bir şekilde ‎tevili reddettiği kesinlikle anlaşılmaz. Bilakis kitabında, kelam ilmini ve tevili tamamen ‎reddetmediğine dair sözleri vardır. Buna, İmam Gazali’nin bu kitabında kaleme aldığı şu ‎sözlerle örnek verelim:‎
‎“İkinci tür delilleri avama sunmakta bir tehlike yoktur. Ama ince düşünmeye ve tetkike ‎ihtiyacı olan deliller avamın gücünü aşar; bu sebeple ona sunmamak gerekir. Kur’an’ın ‎delilleri gıda gibidir; bütün insanlar ondan faydalanır. Kelam âlimlerinin delilleri ise ilaç ‎gibidir; ancak belli insanlar ondan fayda alır, çoğu insan ise ihtiyacı olmadığı halde alırsa ‎zarar görür. Hatta diyebiliriz ki Kur’an’ın delilleri su gibidir; ondan hem süt emen çocuk ‎faydalanır hem de kuvvetli bir adam faydalanır. Kelam âlimlerinin sunduğu deliller ise yemek ‎gibidir; bünyesi kuvvetli olanlar ondan bazen istifade ettiği gibi bazen bundan dolayı hastalığa ‎yakalanır ve asla bu gibi yemekten süt emen çocuklar fayda alamaz.” (s.151)
Kitabının başka bir yerinde şöyle demiştir:‎
‎“Eğer: “Farz edelim taklit etmeyen, aynı zamanda Kur’an delilleriyle ve daha önce ‎zikredilen hak ile batılı ayırıcı özellikteki açık sözlerle de ikna olmayan cedelci ve inatçı bir ‎avam var. Ona karşı ne yapılmalıdır?” denilirse şöyle cevap veririz: ‎
Bu avam hastadır; tabiatı, aslî olan selim ve sağlıklı yaratılıştan kaymıştır. Onun ‎durumuna bakılır: Eğer inat ve cedelin, tabiatına hâkim olduğunu görürsek onunla ‎cedelleşmeyiz (tartışmayız). Eğer imanın asıllarından bir aslı inkâr ediyorsa yeryüzünü ondan ‎temizleriz. Eğer akıllı olan, doğru anlatıldığı zaman anlayıp kabul eden, âdet olsun diye ‎boşuna cedelleşmeyip ancak hak için tartışan ve sözün zahirinden derinine indiğimizde hakkı ‎kabul edecek vasıfta bir kişiyse ona gücümüz yettiğince ilaç verir, acılı tartışmalarla ve tatlı ‎delillerle tedavi ederiz. Genel olarak, onunla Allah’ın emrettiği şekilde güzellikle tartışmaya ‎çalışırız.‎
Bizim belli bir miktarda ona ilaç vermeyi caiz görmemiz, yani tedavi etmek için derine ‎inmeye ruhsat vermemiz, kelam ilminin kapısının herkese açılabileceğine delalet etmez. ‎Çünkü ilaçlar, hasta olanlara verilir. Bunların sayısı ise sağlıklı olanlara nazaran azdır. Zaruret ‎sebebiyle hastaya verilen ilaç, hasta olmayana verilmez.” (s.234)‎
İmam Gazali’nin bu sözleri gösteriyor ki kelam ilmi sadece avama yasaklanmalı ve avam ‎bu ilme girmeye çalıştığında bundan engellenmelidir. Zaten bu kitap da bu konuyla ilgilidir. ‎İmam Gazali akıl seviyesi yüksek kişilerin ise kelam ilmiyle uğraşmalarında bir sakınca ‎görmüyor, bilakis bazı kimselere ilaç gibi faydalı olduğunu söylüyor. Tabii kelam ilminden ‎kastedilen; İslam şeriatının izin verdiği kelam ilmidir, yoksa kötülenmiş kelam ilmi değildir. ‎
İmam Gazali’nin tevile karşı olmayıp lafızların mecazi manada da kullanılabileceğini kabul ‎ettiğine dair kitabından şu sözleri nakledelim:‎
‎“Başka bir örnek: Mükellef olan bir kimse Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in; ‎‎“Muhakkak ki Allah-u Teâlâ, Âdem'i kendi sureti üzere yaratmıştır.” veya ‎‎“Muhakkak ki ben, Rabbimi en güzel surette gördüm.” sözlerinde geçen “‎صُورَة‎ (suret)” ‎lafzını duyarsa bilmesi gerekir ki; suret lafzı (tek bir şeyin ismi olmayıp ayrı şeyler için ‎kullanılan) ortak bir isimdir. Bu lafızla bazen belli bir düzenle tertip edilmiş cisimlerden ‎müteşekkil bir hey’et (şekil) kastedilir. Örneğin: “insan sureti” denildiğinde; burun, göz, ağız ve ‎yanak gibi şeylerin belli bir düzen içinde tertip edildiği insan yüzü anlaşılır. Bu şeyler ise ‎cisimdir ve her biri etten ve kemikten oluşmuştur.‎
Bazen de bu lafızla ne cisim ne cisimde mevcut olan bir hey’et (şekil) ne de cisimlerde ‎düzenlenmiş bir şey kastedilir. Bu, senin “Falan kişi bu şeyin suretini ve bu suretle aynı ‎durumda olan şeyi bildi.” demen gibidir. (Bu sözdeki suret lafzından, cisim veya cisim ‎cinsinden müteşekkil bir mana kastedilmemiş, mecazi bir mana kastedilmiştir.)” (s.45)‎
İşte bu ve benzeri sözler açıkça, İmam Gazali’nin tevili sahih gördüğünü göstermektedir. ‎Ayrıca o, istiareyi de sahih görmektedir. Örneğin imsak görevinde tefsirden kaçınmanın ‎gereklerini açıklarken şunları söylemiştir:‎
‎“Tefsir etmemek gerektiğine dair ikinci sebebe (Arapçadaki lafzın başka dilde ‎mutabıkı olsa bile Arapçadaki istiare manasıyla kullanılmadığına) örnek; Arapçada “‎إِصْبَع‎ ‎‎(ısba': parmak)” lafzı normalde "parmak" manasında kullanılırken istiare olarak “nimet ‎‎(iyilik)” manasında kullanılır. Örneğin; bir kimse hakkında “Bu adamın bende ısba'ı vardır." ‎yani "Bana nimet vermiştir.” denir. Isba' lafzının Farsçadaki mutabıkı ise “engoşt” kelimesidir. ‎İstiare kullanma âdeti Araplarda olduğu gibi Acemlerde (Arap olmayanlarda) yoktur. Öyle ki ‎Araplar, bazı lafızları istiare olarak kullanma yönüyle başka milletlere göre daha genişlemişler, ‎Acemler ise bu konuda Araplar kadar genişlememişlerdir. Hatta diyebiliriz ki Acemlerin ‎sözlerinde istiare ve mecaz kullanımının Araplardakine nazaran orantısı bile yoktur. Yine ‎Araplar, sözlerinde bu şekilde istiare yapmaktan çok hoşlanır ve dil bakımından bunu iyi ‎sayarlar. Acemlerin dillerinde ise istiare sanatı fazla kullanılmadığı ve alışık olunmadığı için ‎yabancı dillerde istiare manasıyla bir söz söylendiğinde kalpte ona karşı bir sıkıntı hissedilir ve ‎Acemlerin anlamadığı, sıkça kullanmadığı veya duymadığı bir üslup kullanılmış ‎olunacağından kalp bu gibi lafızları kullanmaya meyletmez. Arap dilinde bir lafzın istiare ve ‎mecazi yönüyle kullanımı yaygın olduğu halde yabancı dillerde istiare manasıyla kullanımı ‎yaygın olmadığı ve bundan sıkıntı duyulduğu için Arapçada geçen bu lafzı başka bir dile ‎değiştirmede birebir uyum sağlanmamış, bilakis farklılık olmuştur. Bu durumda böyle bir ‎kelimeyi başka bir dile değiştirmek, mutabıkı olsa bile kullanım alanı Arapçadaki kadar geniş ‎olmadığı için caiz değildir.” (s.93-94)‎

Tevili tamamen ortadan kaldırmadığına bir delil de tevili avama yasaklamasına karşın ‎âlime yasaklamamasıdır. Öyle ki yedinci vazifede avamın ilim ehline teslim olması gerektiğini ‎bildirmiştir. İlim ehli âlimler ise müteşabih nasların tevilini bilmektedir. Yani İmam Gazali ‎marifet ashabının, âlimlerin Allah hakkındaki müteşabihlerin tevilini bildiklerini kabul ‎etmektedir. Aynı şekilde imsak görevinin “Kaçınılması gereken ikinci husus: Tevil ‎etmek” başlığı altında, tevili avamın yapmasını yasaklamış, âlimin bazı meselelerde ‎yapmasını yasaklamamıştır. Bu gösteriyor ki İmam Gazali rahmetullahi aleyh tevili tamamen ‎iptal etmeyip sadece avama yasaklamış, âlim için sahih görmüştür. Hatta bazı avamlar için ‎bile sahih görmüştür. Eğer bu avam Kur’an’ın delilleriyle yetinmeyen, derine girmek isteyen ve ‎tabii hasta olmayan bir kişi ise tevile girmesine izin vermiştir. ‎
İmam Gazali rahmetullahi aleyh burada önemli bir meseleye daha değiniyor: Allah’ın ‎bizden istediği şey, hakkı kesin olarak kabul edip ona inanmak ve her türlü batıla karşı ‎çıkmaktır. Bir insan bunu sağladı mı mu’min sayılır. Bunu ne şekilde sağladığı önemli değildir; ‎önemli olan, kalbinde hakka kesin bir inanç sağlamış olmasıdır. İmam Gazali daha önce kesin ‎inancı sağlayacak altı yoldan bahsetmiş; en üstününün delillere bakıp araştırarak, inceleyerek ‎elde edilen birinci yol olduğunu fakat insanların bu mertebedeki tasdiki elde etmelerinin çok ‎zor olduğunu belirtmiş; en sağlam yolun, Kur’an ayetleri vasıtasıyla idrak edilen yol olduğunu ‎söylemiştir. ‎
Bu şekilde kesin imana sahip olan bir kişi, belki ortaya atılan şüphelerden etkilenip şüpheye ‎düşebilir ya da onlara cevap veremeyebilir. Böyle bir durum söz konusu olduğunda bir âlime ‎sorarsa âlim ondan o şüpheyi kaldırır. Avamlar, şüphe atanlara karşı çıkmak, onlara cevap ‎vermekle mükellef değildir; bu, âlimlerin işidir. Dolayısıyla avama farz olan şey, hakkı eksiksiz ‎bilmek ve ona şeksiz şüphesiz inanmaktır. Bunu sağladı mı muvahhid olur. Fakat tevhide ‎tamamıyla inanmaz, eksik olarak inanır ise asla muvahhid olamaz; batıl ehlini taklit etmesi de ‎Allah katında ondan mazeret olarak kabul edilmez çünkü hak, her daim mevcuttur. Ancak ‎bütün gücüyle araştırdığı halde hakka ulaşamamışsa bu durumda dünyadaki hükmü zahire ‎göredir yani hakkı tamamen bilip eksiksiz inancı sağlamadığı için muvahhid değildir fakat ‎ahiret gününde mazeretlidir. Yani Allah-u Teâlâ o ve onun gibileri imtihan edecek, imtihan ‎etmeden cehenneme sokmayacaktır. Fakat dünyada mukallit de olsa bilen de olsa, tevhidi ‎eksik bilen bir kişi asla muvahhid değildir; çünkü kişi ancak bildiğine inanır, eksik bilenin ise ‎inancı eksiktir. Eğer kişi tevhide eksiksiz inanıyorsa o zaman muvahhiddir, bu tevhidi ne ‎şekilde bildiği onun İslam’ını etkilemez. Yani kişi hak olan tevhide teslim olmaya veya ‎şüphesiz bir şekilde inanmaya, sadece kelam ilminin delilleriyle ulaşır diye bir şey yoktur. Evet, ‎kelam ilminin delilleriyle ulaşılabilir ama başka yollarla da ulaşmak mümkündür, öyle ki hak ‎ehlini taklit etmekle bile hakka ulaşılabilir. ‎
Kayıtlı
Sayfa: [1]   Yukarı git


Eğer üye iseniz lütfen üye girişinden giriş yapınız.

Eğer üye değilseniz 10 saniyenizi ayırarak üye olabilirsiniz. 

Dosyaları indirebilmek ve de içerikleri görebilmek için

üye olmanız gerekmektedir.


  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

Sitemiz üzerinden erişilebilen şeylerde Allah'ın razı olmadığı şeyler varsa, bunları reddediyoruz.