HAKKA DAVET FORUMU
 
*
Hoşgeldiniz, Ziyaretçi.Lütfen giriş yapın veya kayıt olun. 29 Mart 2024, 18:09:47


Kullanıcı adınızı, parolanızı ve aktif kalma süresini giriniz


Sayfa: [1]   Aşağı git


Eğer üye iseniz lütfen üye girişinden giriş yapınız.

Eğer üye değilseniz 10 saniyenizi ayırarak üye olabilirsiniz. 

Dosyaları indirebilmek ve de içerikleri görebilmek için

üye olmanız gerekmektedir.


  Yazdır  
Gönderen Konu: Bu İlimle Alakalı Diğer Meseleler ve Faydalı Konular  (Okunma Sayısı 6670 defa)
0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« : 12 Ocak 2019, 00:21:33 »


Metin:‎
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM‎: ‎

BU İLİMLE ALAKALI DİĞER MESELELER VE FAYDALI KONULAR

Birinci Fasıl: ‎


‎“Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in ihtiyacı olmadığı halde konuştuğunda avamın ‎teşbih olarak anlayacağı bu lafızları kullanmasının sebebi neydi? O, bu lafızların teşbihe sevk ‎ettiğini, avamı Allah-u Teâlâ’nın zatı ve sıfatları hakkında batıl inanca sürükleyip yanlışa ‎düşüreceğini bilmiyor muydu? Haşa! Bunun nebilik makamında bulunan Rasulullah ‎sallAllahu aleyhi ve sellem’e gizli kalması asla düşünülemez. Yoksa Rasulullah sallAllahu aleyhi ve ‎sellem bütün bunları bildiği halde cahil olan kimselerin cehaletine, sapkın olan kimselerin ‎sapkınlıklarına aldırış etmedi mi? Haşa! Bu önceki vasıflardan daha uzak ve daha çirkindir. ‎
Zira Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem hakkın üzerindeki örtüyü kaldırarak onu açıklayıcı ‎olarak gönderilmiştir. Yoksa manası anlaşılmayacak, kafaları karıştıracak sözleri söylemek ‎için gönderilmemiştir. Bazı kimseler, bu sözlerin kalplerinde uyandırdığı müşkiller sebebiyle, ‎Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem hakkında kötü düşünmeye ve “Şayet o nebi olsaydı ‎mutlaka Allah’ı tanırdı ve eğer Allah’ı tanısaydı, O’nun zatı ve sıfatları hakkında imkânsız ‎olan şeylerle O’nu vasıflandırmazdı.” demeye başladılar. Bir başka taife de bu lafızların ‎zahirine meylettiler ve “Şayet bu sözleri zahiri manalarına göre anlamak hak olmasaydı ‎Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem bunları bu şekilde mutlak olarak söylemezdi. Bunların ‎yerine başka sözler kullanırdı ya da bu sözlerle birlikte yanlış anlaşılmayı ortadan kaldıracak ‎karineler zikrederdi.” dediler. Bu büyük şüphenin çözüm yolu nedir?” denirse buna şöyle ‎cevap verilir: ‎
Bu şüphe, basiret ehlinin yanında zaten çözüme kavuşmuştur. Şöyle ki: ‎
Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem bütün bu kelimeleri bir araya toplayıp da bir defada ‎söylemiş değildir. Bu lafızları ancak müşebbiheden olan kimseler bir araya toplamıştır. Biz ‎daha önce bu lafızların bir araya toplanmalarının, teşbih olarak anlaşılmalarında ne kadar ‎etkili olduğunu açıklamıştık. Hâlbuki bunlar ayrı ayrı zikredildiğinde bu kadar etkili olmazlar. ‎Bunlar, Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in bütün ömrü boyunca farklı vakit ve ayrı ‎yerlerde söylediği sözlerdir. Şayet Kur’an ve mütevatir haberlerde geçen lafızlarla yetinilirse ‎bunların birkaç kelimeden ibaret olduğu anlaşılır. Sahih haberlerde geçenler bunlara ‎eklenirse yine de az olduğu görülür. Fakat kendisine itibar edilmesi ve delil olarak alınması ‎caiz olmayan şaz ve zayıf rivayetlerden dolayı bu lafızlar oldukça çoğalmıştır. Sonra ‎mütevatir olarak bize ulaşan haberlerin adil olan kimselerden nakledildiği sahih olsa bile ‎bunlar birkaç kelimeden ibarettir. Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem bu kelimelerden ‎hiçbirini, yanında teşbih şüphesini kaldıracak bir karine ve işaret olmaksızın zikretmemiştir. ‎Onunla beraber bulunan ve bu sözlerine şahit olanlar, bunlardan karine ve işaretleri açık bir ‎şekilde kavradılar. Fakat lafızlar, karinelerden ayrı olarak tek başına zikredilirse o zaman ‎teşbih düşüncesi ortaya çıkar. ‎
Teşbih şüphesini ortadan kaldıran en büyük karine; bu lafızları duymadan önce Allah-u ‎Teâlâ’nın bunların zahiri manasından münezzeh ve yüce olduğunu bilmektir. Kişi önceden ‎Allah-u Teâlâ’nın mahlukata benzemekten yüce ve münezzeh olduğunu kesin olarak bilirse ‎bu bilgisi onun nefsinde gizlenmiş, sarsılmaz bir azıktır; her duyduğu şeyi buna arz eder. ‎Böylece duyduğu lafızlardaki teşbih düşüncesi tamamen ortadan kalkar ve bu konuda asla ‎şüpheye düşmez. Birkaç misal ile bu daha iyi anlaşılacaktır.‎

Birinci misal: Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem Kâbe’yi “Beytullah (Allah’ın evi)” olarak ‎isimlendirmiştir. ‎
Bu söz mutlak olarak söylenirse bunu duyan çocuk ve akıl seviyesi bakımından ona yakın ‎olan kimseler, Kâbe’nin Allah-u Teâlâ’nın kaldığı yer olduğunu zannederler. Fakat avamların ‎Allah-u Teâlâ’nın gökte olduğuna ve arşın üzerine istikrar ettiğine dair inançları, onlardan ‎Kâbe’nin Allah’ın evi olduğu düşüncesini yok eder ve Allah-u Teâlâ’nın bundan münezzeh ‎olduğundan asla şüphe etmezler. Şayet onlara: “Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem, duyan ‎kişinin aklına Kâbe’nin Allah’ın kaldığı yer olduğu düşüncesini getiren bu sözü neden mutlak ‎olarak söyledi?” denirse hiç tereddüt etmeden hepsi şöyle der: “Bu sözden Kâbe’nin Allah’ın ‎kaldığı yer olduğunu zannetmek, ancak çocukların ve ahmakların yapacağı şeydir.”  Allah’ın ‎arşa istikrar ettiğini devamlı duyan bir kimse “Allah’ın evi” lafzını duyduğunda bundan ‎kastın, Allah’ın kaldığı yer olmadığından asla şüphe etmez. Bilakis bedihi olarak bilir ki bu ‎izafetten ya o evi yüceltmek kastedilmiştir ya da Allah-u Teâlâ başka bir mana istemiştir. ‎
Avamın, Allah-u Teâlâ’nın arşın üzerinde olduğu inancı, Kâbe’nin Allah’ın kaldığı yer ‎olmadığı hususunda kesin ilmi ifade eden bir karinedir. Bu karine vesilesiyle avam, ‎Kâbe’nin Allah’ın kaldığı yer olduğunu asla kabul etmez. Kâbe’nin Allah’ın kaldığı yer olduğu ‎düşüncesine ancak daha önce bu inanca sahip olmayan kimse kapılır. ‎
Aynı şekilde Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in bu sözlerle kendilerine hitap ettiği ‎kimseler; daha önce takdis ilmine sahip olan, Allah-u Teâlâ’nın mahluka benzediği inancını ‎reddeden, cisimden ve ona tabi olan şeylerden Allah-u Teâlâ’yı tenzih eden kimselerdir. Bu ‎karine, kat’i bir şekilde Kâbe’nin Allah’ın kaldığı yer olduğu düşüncesini yok eder ve bu ‎konuda hiçbir şüphe bırakmaz. Fakat bu tenzihi sağladıktan sonra bazıları bu sözden ne ‎kastedildiği konusunda tereddüde düşüp kesin hüküm veremeyebilir, ancak şuna kesin ‎olarak inanır ki bu sözden mutlaka Allah’a layık olan bir mana kastedilmiştir. ‎

Açıklama: ‎
İmam Gazali rahmetullahi aleyh, burada Allah-u Teâlâ hakkındaki müteşabih nasların ‎sayısının Kur’an ve sünnette çok az olduğunu, bunların farklı yerlerde ve mutlaka teşbih ‎düşüncesini uzaklaştıran bir karineyle birlikte zikredildiğini bildirmektedir. Dolayısıyla aklı ‎başında olup sözü anlayan bir kimse, bu müteşabih sözleri karineyle birlikte okuduğunda ‎asla teşbihe düşmez. Ayrıca İmam Gazali her Müslümanın daha İslam’a girmeden Allah ‎hakkında bilmesi gereken, bilmeden Allah’ı tanımış sayılmayacağı bir şeyden bahsediyor. Bu ‎ise Allah-u Teâlâ’nın hiçbir konuda hiçbir mahluka benzemediğini, cisimden ve cisimle ilgili ‎her şeyden münezzeh olduğunu kesin olarak bilmektir. İşte bu temel olan akide, her ‎muvahhidde vardır. Dolayısıyla bir muvahhid Allah-u Teâlâ hakkındaki müteşabih nasları ‎okuduğunda onda sabit olan bu kesin karine ile asla teşbihe düşmez. Bu duruma ancak bu ‎temel akideye sahip olmayan ya da dar akıllı kişiler düşer. ‎
Sonra İmam Gazali rahmetullahi aleyh bu temel kaide daha net anlaşılsın diye örnekler ‎veriyor. Verdiği ilk örnek, naslarda Kâbe için zikredilen “Allah’ın evi” sözüdür. Bir muvahhid ‎‎-avam olsa da- bu sözü duyduğunda hiçbir zaman aklına Kâbe’nin Allah’ın oturduğu bir ev ‎olduğu düşüncesi gelmez. Çünkü daha önce açıkladığımız tenzih ve takdis inancı, onun ‎aklına ve kalbine kesin olarak yerleşmiştir. Dolayısıyla bu sözü duyduğu zaman asla bu ‎tenzih ve takdisi bozacak bir düşünceye kapılmaz. Ya bu sözün Kâbe’yi yüceltmek için Allah’a ‎izafe edildiğini düşünür ya da Allah’ın istediği ve O’na layık olan başka bir manası vardır ‎diye düşünür; asla ve asla Kâbe’nin Allah’ın oturduğu bir ev olduğunu düşünmez çünkü ‎Allah’ın yerden münezzeh olduğunu çok iyi bilir.‎
İmam Gazali rahmetullahi aleyh Kâbe örneğini anlatırken kitabında yanlış anlaşılabilecek ‎birtakım ihtimalli sözler geçmiştir. Bunlar: “‎لَكِنَّ الْعوامَ الَّذِينَ اعْتَقَدُوا أَنَّهُ فِي السَّمَاءِ ‏‎ : Fakat ‎avamların Allah-u Teâlâ’nın gökte olduğuna” ve “‎وَأَنَّ اسْتِقْرارَهُ عَلَى الْعَرْشِ‎ : ve arşın üzerine ‎istikrar ettiğine dair inançları” sözleridir.‎
İmam Gazali’nin akidesini bilen bir kişi, onun “‎فِي السَّمَاءِ ‏‎ : gökte” derken Allah’a asla bir yer ‎isnat etmediğini ve Allah’ı yerden tenzih ettiğini bilir. İmam Gazali’nin gerek diğer ‎kitaplarında ortaya koyduğu akide gerekse bu kitabında ortaya koyduğu akide buna apaçık ‎bir delildir. İmam Gazali burada “‎فِي السَّمَاءِ ‏‎ : gökte” sözünü naslarda geçtiği gibi ve uluv ‎manasında kullanmıştır. Allah’ın uluv sıfatına haiz olduğunu zaten hiçbir Müslüman inkâr ‎etmez. ‎
Buna, İmam Gazali rahmetullahi aleyh’in bu kitabında söylediği şu sözleri örnek ‎gösterebiliriz: ‎
‎“Göğe istiva, arşa istiva sözüne gelince, "istiva" lafzı "fevk" lafzı gibi iki manayla sınırlı ‎değildir. Eğer lafzın üç manası olur ve bunlardan biri batıl olup diğer ikisi Allah hakkında ‎caiz ise bu iki caiz olan manadan birini seçmek zan ve ihtimalle olur, kesin doğru denilemez. ‎Bundan dolayı bu gibi durumlarda bir mana seçerek tevil yapmamak gerekir.” (s. 127)‎
Bu söze göre İmam Gazali;‎
Birincisi:
Göğün ya da arşın Allah’ın yeri olduğu inancını reddediyor. Çünkü lafzın zahiri ‎manasının Allah hakkında batıl olduğuna, dolayısıyla bu mananın kastedilmediğine ‎inanmanın gerekliliğinden bahsedip bu lafza herhangi bir mana da tayin edilemeyeceğinden ‎söz etmektedir. ‎
İkincisi: İstiva lafzının zahiri manasını kabul etmiyor. Bu lafzın Allah hakkında hem batıl ‎olan manası hem de caiz olan manaları olduğunu, bu sebeple bir mana tayin ‎edilemeyeceğini söyleyerek zahiri manayı kabul etmediğini ortaya koymaktadır.‎
Üçüncüsü: İstiva lafzıyla ilgili tevili kabul etmiyor. Çünkü bu lafzın birden fazla manası ‎olduğunu ve Allah’ın hangi manayı kastettiği kesin olarak bilinemeyeceği için bir mana ‎tercih etmenin doğru olmayacağını söylemektedir.‎
Bu aynı zamanda istivayı istikrar olarak kabul etmediğine de açık bir delildir. ‎
‎“‎اسْتِقْرارَهُ عَلَى الْعَرْشِ‎ : arşın üzerine istikrar etmesi” sözüne gelince, İmam Gazali bu sözü ‎asla arşa yerleşme manasında kullanmamıştır. Çünkü yerleşmek, karar kılmak mahluka, ‎cisme ait olan özelliklerdir. Ve İmam Gazali rahmetullahi aleyh Allah’ı böyle şeylerden tenzih ‎eder. İmam Gazali’nin kitabında zikredilen istikrar kelimesiyle kastedilen istivadır çünkü ‎nasta geçen söz “‎اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ‎ : arşa istiva etti” sözüdür. Bundan anlaşılmaktadır ki ‎burada bir tahrifat söz konusu olmuş, “istiva” yerine “istikrar” yazılmıştır. Dolayısıyla hiç ‎kimse bu sözleri delil alıp da “İşte, İmam Gazali de Allah’ın yerinin sema olduğunu ‎söylüyor.” diyerek sevinmesin. Âlimin inancı hakkında bir şey söylenirken birçok kitabında ‎defalarca kez zikrettiği açık sözleri bırakarak kitabında geçen tek bir kelimeye sarılmak, ‎hakkı isteyen bir kişinin tutumu değildir. ‎
Evet, bazı naslarda Allah-u Teâlâ hakkında “‎فِي السَّمَاءِ ‏‎ : gökte” sözü geçmektedir. Fakat ‎‎“‎اسْتِقْرارَهُ عَلَى الْعَرْشِ‎ : arşa istikrar etmesi” sözü ne Kur’an’da ne de sünnette geçmektedir, ‎Kur’an ve sünnette geçen; “‎اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ‎ : arşa istiva etti” sözüdür. Dolayısıyla İmam ‎Gazali’nin kullandığı söz, “‎اسْتَوَاءَهُ عَلَى الْعَرْشِ‎” sözüdür. Zaten bu kitabın başından sonuna kadar ‎İmam Gazali’nin ısrarla üzerinde durduğu bir mesele; naslarda geçen kelimelerin hiçbir ‎şekilde değiştirilmemesi, olduğu gibi okunmasının gerekliliğidir. Örneğin, avama vacip olan ‎görevleri sayarken imsak görevi içerisinde “Kaçınılması gereken üçüncü husus: Tasrif ‎etmek” başlığı altında şunları söylemiştir:‎
‎“Lafızda tasrif etmenin manası şöyledir: Kur’an-ı Kerim'de “‎اِسْتَوَى عَلَى العَرْشِ‎ (Allah ‎arşa istiva etti)” sözü geçtiğinde, "‎اِسْتَوَى‎ (istevâ: istiva etti)" lafzını “‎مُسْتَوٍ‎ (mustevin: istiva ‎eden)”, “‎يَسْتَوِي‎ (yestevî: istiva ediyor)” şeklinde tasrif etmemek gerekir. Çünkü “‎مُسْتَوٍ عَلَى ‏الْعَرْشِ‎ (mustevin ala’l-arş: Allah arşa‏ ‏istiva edendir)‎‏”‏‎ sözü, "arşa karar kılma" manasına ‎‎"‎اِسْتَوَى‎ (istevâ: istiva etti)" lafzından daha yakındır. ‎
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:‎
 ‎اللّهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ﴾١٢﴿‏‎ 
‎“Allah; gökleri, gördüğünüz herhangi bir direk olmadan yükseltmiş ve sonra ‎arşa istiva etmiştir.” ‎(el-Ra’d: 2) ‎
‎"Sonra arşa istiva etmiştir." sözünün yerine "O, arşa istiva edendir." denildiğinde bu ‎söz "arşa karar kılma" manasına "arşa istiva etmiştir" sözünden daha yakındır. Aynı, Allah'ın ‎şöyle buyurduğu gibi: ‎
 ‎هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَميعاً ثُمَّ اسْتَوٰى اِلَى السَّمَاءِ ‎‏﴾٢٩﴿‏
‎ “O (Allah) ki; yeryüzünde ne var ne yok hepsini sizler için yarattı. Sonra (zatına ‎lâyık bir şekilde) göğe istiva etti...” (el-Bakara: 29) ‎
‎"Göğe istiva etti." sözü yerine "O, göğe istiva edendir." denildiğinde, "karar kılma" ‎manasına daha çok yaklaşılır. Hâlbuki bu iki ayette "‎اِسْتَوَى‎ (istevâ: istiva etti)" lafzı ‎geçmektedir. Bu lafız bu şekilde kullanıldığında istiva fiili olmuş ve bitmiştir ama "‎مُسْتَوٍ‎ ‎‎(mustevin: istiva eden)" denildiği zaman istiva hâlâ devam etmektedir manası anlaşılır yani ‎arşa karar kılma manası daha yakındır. Fakat "‎اِسْتَوَى‎ (istevâ: istiva etti)" lafzı kullanıldığında ‎halkına yönelmiş ya da bu istivayla sahip olduğu mülkünü tedbir etmiştir. Buna göre ‎kullanılan kelimenin tasrifi değiştirilince delalet ve ihtimalleri de değiştirilmiş olur. Bu ‎sebeple manaları artırmaktan nasıl uzak duruluyorsa lafzı tasrif etmekten de öyle uzak ‎durmak gerekir. Çünkü lafız tasrif edildiğinde ya manada artırma olur ya da eksiltme olur.” ‎‎(s.129-130)‎

Ayrıca İmam Gazali daha kitaba başlarken Allah-u Teâlâ hakkında istikrar ve benzerlerini ‎reddetmiştir. Şöyle ki: ‎
‎“Ey kardeşim! Allah seni hakka ulaştırsın! Bana, Allah-u Teâlâ hakkında Kur’an ve ‎sünnette geçen; ilimden uzak kıt akıllı kişilere, Haşeviye’den olan cahillere ve sapıklara ‎teşbihi çağrıştıran bazı haberlerin manası hakkında sordun. O cahil kimseler, bu haberlerin ‎zahiri manasına inanarak Allah ve sıfatları hakkında imkânsız olan, Allah'ın tenzih edilmesi ‎gereken (O’na layık olmayan) ‎صُورَة‎ (suret), ‎يَد‎ (yed: el), ‎قَدَم‎ (kadem: ayak), ‎النُّزُول‎ (nüzul: ‎inme), bir yerden bir yere intikal etme, arşın üzerine oturma, ‎الإِسْتِقْرَار‎ (istikrar: karar kılma) ‎ve buna benzer şeyleri Allah’a nispet ettiler ve bu inancın, selefin inancı olduğunu iddia ‎ettiler.” (s.9)‎
Buna göre “‎اسْتِقْرارَهُ عَلَى الْعَرْشِ‎ : arşın üzerine istikrar etmesi” sözünün İmam Gazali’nin ‎kitabına sokuşturma olduğu, bizzat bu kitapta geçen sözlerle açıkça ispat edilmiştir.‎

Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #1 : 17 Ocak 2019, 00:07:58 »


Metin:‎
İkinci misal:
Bir fakih, çocuk veya avamın yanında ‎konuştuğunda sözlerinin içinde “suret” lafzı geçer ve “Bu ‎meselenin sureti şöyledir.”, “Bu vakıanın sureti şöyledir.”, ‎‎“Meseleyi çok güzel surette tasvir ettim.” derse, ‎meselenin manasını ve onun hakkında suret lafzı ‎kullanıldığında bundan ne kastedildiğini bilmeyen çocuk ‎veya avam, bildiği ve alışkın olduğu suretlerden dolayı bu ‎suretin de ağzı, burnu ve gözü olduğunu düşünebilir. ‎‎“Meselenin sureti” denildiğinde onun hakikatini bilen ve ‎özel bir düzenlemeyle tertiplenmiş ilimlerden ibaret ‎olduğuna inanan bir kimsenin buradaki suretin, diğer ‎cisimlerde olduğu gibi bir ağzı, burnu ve gözü olduğunu ‎anlaması hiç düşünülebilir mi? Heyhat! Asla böyle ‎düşünülemez. Aksine “meselenin” cismiyet ve ona bağlı ‎olan şeylerden münezzeh olduğunu bilmesi, böyle bir ‎manayı anlamaması için ona yeterlidir. ‎
Aynı şekilde Allah-u Teâlâ’nın cisimler ve ona bağlı olan ‎şeylerden münezzeh ve yüce olduğunu bilmeleri, ‎Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in ”Allah, Âdem’i ‎kendi suretinde yarattı.” sözünü duyan herkesin ‎kalbinde, burada geçen “‎صُورَة‎ (suret)” lafzının manasını ‎anlamaları için bir karine olur. Allah’ın cisim ve ona bağlı ‎şeylerden münezzeh olduğunu bilen arif kimse, avamın ‎mesele için cisimlere ait (ağzı, burnu ve gözü) olan sureti ‎düşünmesine şaşırdığı gibi, Allah-u Teâlâ’nın cismî bir ‎sureti olduğunu düşünen kimselere de şaşırır kalır.‎

Açıklama: ‎
İmam Gazali, Allah-u Teâlâ hakkındaki müteşabih ‎nasların Kur’an ve sünnette az olup mutlaka karineyle ‎zikredildiğine ve bu karine sebebiyle teşbih düşüncesinin ‎akla gelmediğine dair ikinci olarak suret lafzını örnek ‎gösteriyor. Suret lafzı; ağız, burun, göz gibi cisimlerin belli ‎bir düzen içinde tertiplendiği özel bir cisim manasına ‎gelebildiği gibi başka manalara da gelebilmektedir. Bu ‎sebeple hadiste Allah-u Teâlâ hakkında “‎صُورَة‎ (suret)” ‎lafzı geçtiğinde tenzih ve takdisi bilen bir kişi, bu suretten ‎kastedilenin ağız, burun, göz gibi şeylerle tertiplenmiş bir ‎cisim olduğunu asla düşünmez, Allah’ı bundan tenzih ‎eder ve mutlaka Allah’a layık bir manası olduğuna inanır. ‎Eğer karineden o layık olan manayı anlarsa lafzın ‎manasını verir, anlamazsa da kesin olarak inanır ki bu ‎lafızdan mutlaka Allah’a layık bir mana kastedilmiştir. ‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #2 : 23 Ocak 2019, 10:14:42 »


Metin:‎
Üçüncü misal:
Şayet bir kimse çocuğun yanında ‎‎“Bağdat halifenin elindedir.” derse, çocuk duyduğu bu ‎sözden dolayı, Bağdat’ın halifenin parmakları arasında ‎olduğunu, taşı ve çamuru tuttuğu gibi halifenin onu da ‎kolaylıkla tuttuğunu düşünebilir. Aynı şekilde Bağdat ‎lafzından ne kastedildiğini bilmeyen bütün avamlar da ‎aynı düşünceye kapılabilir. Fakat Bağdat’ın büyük bir belde ‎olduğunu bilen kimsenin bu sözü işittiğinde böyle bir ‎düşünceye kapılması veya bunu aklından geçirmesi ‎düşünülebilir mi? Yine bu sözü söyleyen kimseye “Niçin ‎‎‘Bağdat halifenin elindedir.’ dedin? Bu söz hakka zıt olan ‎şeyleri akla getirir ve avamı cehalete sürükler. Hatta o, ‎Bağdat’ın halifenin parmakları arasında olduğuna inanır.” ‎diyerek itiraz etmesi düşünülebilir mi? Böyle bir itirazda ‎bulunan kimseye şöyle denir: “Ey selim kalp sahibi! Bu söz ‎ancak Bağdat’ın hakikatini bilmeyen cahil kimselerin ‎aklına böyle bir düşünceyi getirir. Fakat Bağdat’ın ‎hakikatini bilen bir kimse, hiçbir çaba sarf etmeksizin, ‎zaruri olarak buradaki elden kastın avuç ve parmaklardan ‎müteşekkil olan uzuv olmadığını, aksine bunun başka bir ‎manası olduğunu ve bunu anlamak için Bağdat’ın ‎hakikatini bilme dışında başka bir karineye ihtiyacı ‎olmadığını bilir.”‎
Bütün bu anlatılanlardan sonra şu apaçık bir şekilde ‎anlaşılır: Müteşabih haberlerde geçen, kişinin aklına ‎teşbih düşüncesini getirebilecek bütün lafızlardaki teşbih ‎düşüncesini ortadan kaldırmak için tek bir karine ‎yeterlidir. O da Allah-u Teâlâ’yı hakkıyla tanımak, cisim ‎veya cisimlerin cinsinden olmadığını kesin olarak ‎bilmektir. Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem rasul olarak ‎gönderildiği ilk yıllarda, daha müteşabih lafızları ‎konuşmadan önce, bu karineyi açıklamakla davetine ‎başlamıştır. ‎

Açıklama:‎
‎“Bağdat halifenin elindedir.” denildiğinde Bağdat’ı ‎bilmeyen bir cahil veya çocuk, elbette bu sözü yanlış ‎anlayabilir. Ancak Bağdat’ın ne olduğunu bilen aklı ‎başında bir kişi, bu sözdeki el lafzından kastın uzuv ‎olduğunu asla düşünmez. İmam Gazali rahmetullahi aleyh ‎bunu güzel bir şekilde açıkladıktan sonra genel bir kaide ‎söylüyor; o da Allah-u Teâlâ’yı iyi tanıyan ve tenzih ‎akidesine sahip olan bir kişi, yani Allah’ın mahlukata, ‎cisme ve cisimle alakalı hiçbir şeye hiçbir yönden ‎benzemediğini bilen bir muvahhid, Allah’ın cisme ‎benzediği şüphesi olan hiçbir nastan teşbih manasını anlamaz. Bilakis ilk olarak teşbihi andıran o manadan Allah’ı ‎tenzih eder. İşte bunu, ancak Allah’ı tanıyan kişi yapar ki ‎her Müslümanın Allah’ı tanıması gerekir. O nedenle ‎Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem bu gibi sözleri ‎söylemeden önce, daha tevhidi ilk anlattığında bu gerçek ‎üzerinde durmuştur. Bu gerçeği bilmeyen bir kişi zaten ‎muvahhid olamaz. ‎
‎ Öyleyse teşbihi andıran manayı ortadan kaldırmak için ‎tek bir karine yeterlidir; o da Allah-u Teâlâ’yı bilmektir. ‎Allah’ı bilen bir kişi, Allah’ın cisme ve cisimle alakalı hiçbir ‎şeye ve hiçbir mahluka herhangi bir yönden bile ‎benzemediğini bilir. Bu sebeple zahiri teşbihi andıran ‎nasları okuduğunda asla mahzurlu duruma düşmez. ‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #3 : 25 Ocak 2019, 00:13:52 »


Metin:‎
Dördüncü misal:
Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem ‎hanımlarına şöyle buyurmuştur: ‎
‎“(Öldükten sonra) Bana en hızlı kavuşacak ‎olanınız, eli en uzun olanınızdır.”(‎60)‎
Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in bazı hanımları, buradaki uzunluktan kastın mesafe bakımından uzunluk ‎olduğunu zannederek ellerini üst üste koyup kimin elinin ‎daha uzun olduğunu ölçerlerdi, ta ki Rasulullah sallAllahu ‎aleyhi ve sellem onlara uzunluktan kastının ne olduğunu ‎hatırlatıncaya kadar. Burada “eli uzun olan” sözüyle ‎cömertlik kastedilmiştir, yoksa uzvun uzunluğu ‎kastedilmemiştir. Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem bu ‎lafzı, cömertlik manası anlaşılacak bir karineyle beraber ‎zikretmişti. Lafız, karinesiz olarak nakledilir de şüphe veya ‎yanlış anlama hâsıl olursa “Bazılarının manasını ‎anlamadığı bir lafzı mutlak olarak zikretti.” diyerek ‎Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’e kim itiraz edebilir? ‎Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem bu lafzı mutlak olarak ‎zikretmiştir ancak bunu, cömertlikten bahsettiği bir sırada ‎orada hazır bulunanlar hakkında zikretmiştir. Fakat sözü ‎nakleden kişi bazen karineyi zikretmeksizin lafzı duyduğu ‎gibi (mutlak olarak) nakleder. Çünkü ya karineyi nakletme ‎imkânı bulamaz ya da karinenin nakledilmesine ihtiyaç ‎olmadığını zanneder. Veya kendisi sözü duyduğunda ‎kastedileni nasıl anlamışsa naklettiği kişinin de öyle ‎anlayacağını zanneder yahut kendisinin o lafzı ‎anlamasının sebebinin karine olduğunun farkında ‎olmayabilir. Bu sebeple karinesiz olarak sadece lafzı ‎nakletmeyi yeterli görür. İşte bu gibi nedenlerden dolayı ‎lafızlar karinesiz kalmış ve anlatılmak istenen mana tam ‎olarak anlaşılmamıştır. Allah-u Teâlâ hakkındaki zahiri ‎teşbihi çağrıştıran lafızlar, mutlaka karineyle beraber ‎zikredilmektedir. Karineyle beraber zikredilmese bile ‎takdisi (Allah’ın cisim ve cisme tabi olan şeylerden münezzeh olduğunu) bilmek, teşbih şüphesini reddetmek ‎için tek başına yeterli bir karinedir. Ancak bu, lafızdan ne ‎kastedildiğini tayin etmek konusunda yeterli olmayabilir. ‎Bu dakik olan uyarıyı mutlaka yapmamız gerekir.‎

Açıklama:‎

İmam Gazali rahmetullahi aleyh’in bu örnekte de vurgulamak istediği şey şudur: Bazı sözlerin karine olmaksızın ve ‎siyakıyla değerlendirilmeksizin doğru bir şekilde ‎anlaşılması mümkün değildir. Bunu, verdiği misalde ‎güzel ve net bir şekilde açıklamaktadır. Buna göre, lafızları ‎siyak ve beraberindeki karineden ayrı olarak ya da temel ‎karineleri hesaba katmadan anlamak, elbette mahzurlu ‎olan bir anlayış meydana getirir. Bu sebeple Rasulullah ‎sallAllahu aleyhi ve sellem’in teşbihi andıran bu sözleri ‎söylemesine hiç kimsenin hiçbir itiraz etme hakkı yoktur. ‎Bilinmelidir ki Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem bu gibi ‎sözleri söylemişse mutlaka bir hikmeti vardır ve bu sözleri ‎doğru bir şekilde anlamak için mutlaka siyakıyla ve ‎karinelerle birlikte değerlendirmek gerekir. ‎



‎(‎60) Buhari, 2/110, hadis no: 1420; Müslim, 4/1907, hadis no: 2452.‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #4 : 26 Ocak 2019, 00:26:58 »


Metin:‎
Beşinci misal:
Bir kimse çocuğun ya da insanlarla ‎haşir neşir olmadığı ve oturma âdetlerini bilmediği için ‎akıl, bilgi ve seviye bakımından çocuğa yakın olan bir ‎kişinin yanında: “Filan, topluluğa girdi ve filanın üstüne ‎oturdu.” dese, bunu duyan cahil ve aptal olan kişi, adamın ‎bir kimsenin başının üzerine ya da başının üstünde ‎bulunan bir yere oturduğunu zannedebilir. Âdetleri bilen ‎kişi ise bu sözden adamın mertebe olarak meclisin ‎başköşesine en yakın yerde oturduğunu ve “fevk (üst)” ‎ibaresinin mertebe üstünlüğü manasında olduğunu bilir. ‎Yine oturanın, filan kişinin başı üzerinde oturduğunu değil ‎yanında oturduğu, fakat meclisin başköşesine en yakın ‎yerde oturduğunu anlar. Âdetleri bilenler bu sözü söyleyen ‎kimseye: “Çocuklar ve aptallar bu sözün manasını anlamazlar, onların yanında bunu söyleme.” diye itiraz ‎ederlerse bu itiraz batıldır, aslı yoktur. Bu konuda misaller ‎çoktur. ‎
Bu misallerden kat’i olarak anlaşılan şu ki; sarih olan ‎bu sözler tek bir karineyle, sarih olan (gerçek) ‎manalarından başka bir manaya çevrilmiştir. Bu karine ya ‎sözle birlikte zikredilen bilgi ya da önceden sahip olunan ‎bilgidir. Aynı şekilde çokça karine sebebiyle -ki bunlardan ‎bazıları daha önce elde edilmiş sabit ve kesin bilgidir- ‎sözler, teşbih uyandıran zahiri manalarından başka ‎manaya çevrilmiştir. Bu karinelerden olan önceden elde ‎edilmiş bilgilerden biri; onların putlara tapmakla ‎emredilmemiş oldukları, bir cisme tapanın o cisim ister ‎küçük ister büyük olsun, ister çirkin ister güzel olsun, ister ‎aşağıda ister yukarıda olsun, mekân olarak yerin ya da ‎arşın üzerinde olsun puta tapmış olduğu bilgisidir. Allah-u ‎Teâlâ’nın cisim olmaktan ve cisim olmayı gerektiren ‎özelliklerden münezzeh olduğu Rasulullah sallAllahu aleyhi ‎ve sellem’in tenzih konusundaki mübalağalı bildirimi ‎sayesinde herkes tarafından kat’i olarak bilinmiştir. ‎
Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in bu hususta tebliğ ‎ettiği ayetlerden bazıları şunlardır: ‎

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌۚ‏﴿١١﴾‏

‎“(Bilin ki herhangi bir konuda veya herhangi bir ‎yönden) O’na benzer hiçbir şey yoktur.” (el-Şura: 11)‎

قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ‏ ﴿١﴾ ‏اللَّهُ الصَّمَدُ‏ ‏‏﴿٢﴾ ‏لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ‏ ﴿٣﴾ ‏وَلَمْ ‏يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ‏ ﴿٤﴾‏
‎“(Ey Muhammed! Senden Rabbini tanıtmanı ‎isteyenlere) De ki: “O, zatında, sıfatlarında ve ‎fiillerinde tek olan Allah’tır. (Bilin ki) Allah, ‎sameddir (mükemmel sıfatlara sahiptir, hiçbir şeye ‎ihtiyacı yoktur, bütün mahlukat O’na muhtaçtır, ibadete ‎layık yegâne varlıktır). O, kesinlikle doğurmamıştır ‎‎(asla yok olmayacaktır) ve asla doğurulmamıştır ‎‎(varlığının başlangıcı yoktur). O’nun (zatında, ‎sıfatlarında, fiillerinde, hak ve yetkilerinde) benzeri olan ‎hiçbir varlık yoktur.” (el-İhlas: 1-4)‎

فَلاَ تَجْعَلُواْ لِلّهِ أَندَاداً وَأَنتُمْ ‏تَعْلَمُونَ‏ ﴿٢٢﴾‏

‎“Artık (bunları) bile bile Allah'a eşler koşmayın.” ‎(el-Bakara: 22)‎
Bu konuda sınırlandırılamayacak kadar çok söz vardır, ‎dolayısıyla hepsini zikretmemiz mümkün değildir. İşte bu ‎gibi ayetlerle bu bilgi, Müslümanlar tarafından şüphesiz ‎bir şekilde bilinmiştir. ‎
Bu anlatılanlar, etten ve kemikten mürekkeb bir uzuv ‎olan elin Allah-u Teâlâ hakkında imkânsız olduğunu bilme ‎konusunda onlar için yeterlidir. Zahiri teşbihi çağrıştıran ‎diğer lafızlarda da durum böyledir. Çünkü bu lafızlar ister ‎cisim için ister cisim olmayan için kullanılsın, zahirleri ‎cisme ve onun arazlarına delalet eder. Bu lafız cisim için ‎kullanıldığında cismin ve arazlarının vasıfları anlaşılır. ‎Cisim olmayan Allah-u Teâlâ için kullanıldığında ise ‎lafızların zahiri manalarının kastedilmediği, Allah ‎hakkında caiz olan başka bir mana kastedildiği zaruri ‎olarak bilinir. Ancak şu var ki bu mananın ne olduğu tayin ‎edilebilir de tayin edilmeyebilir de. İşte bu anlatılanlar ile ‎müteşabih lafızlar konusundaki şüpheler giderilmiş olur.  ‎

Açıklama:‎
Bir Müslümanın, Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in ‎teşbihi andıran sözlerini duyduğu ya da okuduğu zaman ‎teşbihe düşmemesi için takdis ve tenzih karinesi ile sözü ‎siyaka göre anlaması yeterlidir. Tenzihten muhakkak ‎mübalağalı bir şekilde bahsedilmesi gerekmez. Bütün ‎Müslüman ve muvahhidler Kur’an’dan bilirler ki Allah-u ‎Teâlâ mahlukata, cisme ve cisimle ilgili hiçbir şeye hiçbir ‎yönden benzemez. İmam Gazali tenzih ve takdis bilgisini ‎muvahhid kulun akıl ve kalbine işleyen nice ayetten ‎bazısını burada örnek olarak zikretmiştir: el-Şura: 11, el-‎İhlas suresi, el-Bakara: 22 gibi. İşte bu tenzih ve ‎takdis bilgisi, zahiri teşbihi andıran naslar karşısında ‎teşbihe düşmemek için yeterlidir.‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #5 : 28 Ocak 2019, 11:29:52 »


Metin:‎
Eğer “Madem bu lafızların zahiri manası kastedilmiyor, ‎neden Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem avamın da ‎çocuğun da lafzın zahiri manasını düşünmeyeceği şekilde ‎kastedilen manayı açıkça söylemedi?” denirse buna şöyle ‎cevap veririz: ‎
Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem insanlara Arap diliyle ‎hitap etmiş, konuşmuştur ve Arap dilinde özel olarak bu ‎manaları ifade eden lafızlar yoktur. Hem nasıl olsun ki? ‎Dili koyan bu manaları anlamıyordu ki onları karşılayan ‎lafızlar koysun. Bu manalar ya nübüvvetin nuruyla ya da ‎uzun araştırmalardan sonra aklın nuruyla idrak edilir. ‎Tabi bu bütün meseleler için değil, bazı meseleler için ‎böyledir. Kastedilen manaları daha önce konulan ibareler ‎karşılamayınca, o manaları karşılamak üzere Arap diliyle ‎konuşan herkes için o dilde bulunan lafızları istiare olarak ‎kullanma zarureti doğmuştur.(‎61) ‎
Örneğin biz, “Bu meselenin sureti böyledir, diğer ‎meselenin suretine muhaliftir.” demek mecburiyetinde ‎kalırız. Buradaki “suret” lafzı, cisim olan suretten istiare ‎edilmiştir. Çünkü dili koyan kişi, meselenin şekli ve özel ‎tertibini ifade edecek nas olarak bir isim koymamıştır. ‎Bunun sebebi; ya meseleyi anlamadı ya anladı fakat dili ‎koyarken bunu karşılayacak bir lafız koymak aklına ‎gelmedi ya da aklına geldi de nasılsa bununla ilgili istiare ‎olarak başka lafız kullanılabilir diye düşünerek özel bir ‎lafız koymamıştır. Yahut her mana için özel olarak bir lafız ‎koymaktan aciz olduğunu bildiği için bunu yapmamıştır. ‎Çünkü manaların sayısı sonsuzdur. Konulan lafızların ise ‎elbette bir sonu vardır. Öyleyse konulan lafızlar biter fakat ‎manalar kalır. Bu durumda konulan lafızlardan istiare ‎olarak isimleri kullanmak gerekir. Dili bilen kişi bunu ‎bildiği için bazı manalar için lafız koymuş, bazıları için ‎koymamıştır. Diğer dillerin bu konudaki yetersizliği ise ‎Arap dilinden daha fazladır. ‎
İşte bu ve benzeri sebepler, bir kavmin diliyle konuşan ‎kişiyi zaruri olarak istiare kullanmaya sevk eder. Çünkü o ‎kavmin dilini konuşup da o dildeki mevcut lafızların dışına ‎çıkamaz. Biz, zaruret olmadığı zaman bile karinelere ‎dayanarak istiare kullanılmasını caiz görüyoruz. Zaruret ‎halinde nasıl caiz olmasın? ‎
‎“Zeyd, Amr’ın üstüne oturdu.” sözü ile “Zeyd, ‎başköşeye ondan daha yakın yerde oturdu.” sözü arasında ‎ve "Bağdat halifenin hükmü altındadır." sözü ile "Bağdat ‎halifenin elindedir." sözü arasında bir fark görmeyiz. ‎Çünkü bu sözlerin her ikisi de aynı manadadır. Akıllı ‎kimselerle konuşurken lafızları çocukların ve cahillerin ‎yanlış anlamasından korumak imkânsızdır ve doğru da ‎değildir. Çünkü bundan korunmak için lafızları onların ‎anlayacağı şekilde kullanmak; sözde basitliğe, akılda ‎sefihliğe ve lafızda ağırlığa sebep olur. ‎
‎ “Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem neden ilah lafzını ‎mutlak olarak söyledi de manasını açık bir şekilde ‎anlatarak ondaki kapalılığı gidermedi? Niye “Allah vardır; ‎cisim, cevher, araz değildir, âlemin içinde değildir, dışında ‎da değildir; muttasıl (bir şeye bağlı) değildir, munfasıl (bir ‎şeyden ayrı) da değildir; bir mekânda ve bir cihette ‎değildir, bilakis Allah bütün cihetlerden münezzehtir.” ‎demedi? Oysa bazı kavimler katında bu söz haktır. Aynı ‎kelam âlimlerinin yaptığı gibi açıklamalar yapmak ‎mümkündür. Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem'in ‎kullandığı ibarelerde bir kusur, hakkı açıklama isteğinde ‎bir gevşeklik ve hakkı bilme konusunda bir eksiklik ‎yoktur.” denilirse buna şöyle cevap veririz: ‎
Eğer Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem insanlara bu ‎gibi şeyleri zikretseydi, insanlar bunları kabulden nefret ‎etmeleri konusunda mazeretli olur ve inkâra koşarlardı. ‎‎"Bu imkânsızdır." der ve ta'tile (sıfatları iptal etmeye) ‎düşerlerdi. Tenzihte mübalağa yapmak, insanların azı ‎hariç çoğunu Allah’ın sıfatlarını iptale götürüyorsa bunda ‎hayır yoktur. Oysa Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem halkı ‎ahiret mutluluğuna davet etmek için ve âlemlere rahmet ‎olarak gönderilmiştir. Böyle olduğu halde nasıl insanların ‎çoğunu helake sürükleyecek sözler söyler? Bilakis o, ‎insanlarla akıllarının anlayacağı şekilde konuşulmasını ‎emretmiş ve: “İnsanlarla anlamayacakları şekilde ‎konuşan kişi, onlardan bazılarına fitne sebebi ‎olabilir.” demiştir ya da bu manada bir lafız söylemiştir.‎
Eğer “Tenzihte mübalağa etmenin, insanlardan ‎bazılarını ta’tile sürüklemesinden korkulur fakat zihinde ‎teşbih uyandıran lafızlar kullanmanın da insanlardan ‎bazılarını teşbihe götüreceğinden korkulur.” denilirse ‎buna şöyle cevap veririz: ‎
Bu ikisi arasında iki yönden fark vardır:‎
Birincisi: Allah’ı tenzih etmede mübalağalı sözler ‎kullanmak, insanların çoğunu ta’tile sürükler. İlk bakışta ‎zahiri manası teşbih olarak anlaşılan sözler kullanıldığında ‎ise çok az kişi teşbihe düşer. İki zarar söz konusu ‎olduğunda, zararı az olanı tercih edip zararı çok olandan ‎kaçınmak daha evladır.‎
İkincisi: Teşbih düşüncesini tedavi etmek ta'til ‎hastalığını tedavi etmekten daha kolaydır. Zahiren teşbihi ‎düşündüren lafızlar zikredildiğinde sadece "O'nun ‎benzeri hiçbir şey yoktur." ve  "Allah cisim ‎değildir, cisme benzemez." sözlerini söylemek, teşbih ‎düşüncesini kaldırmak için yeterlidir.‎
Zikrettiğimiz şekilde tenzihte mübalağa ederek Allah’ın ‎varlığını ispat etmek çok güçtür. Özellikle Arap toplumu ‎olmak üzere, insanların binde biri bile bunu kabul etmez.‎

‎“Nebilerin, ulûhiyetin aslını insanların akidelerinde ‎sabit kılmak için uğraşırken insanların mübalağalı tenzihi ‎anlama konusundaki acziyetlerinden dolayı, teşbihi ‎çağrıştıran lafızları açıklamayıp mutlak olarak söylemeleri, ‎insanların akidelerine gerçeğe aykırı bir şekilde inanç ‎yerleşmesine sebep olduğunda bu insanlar mazeretli ‎olurlar mı? Örneğin “Allah’ın arşta oturduğu” veya ‎‎“semanın içinde olduğu” ya da “mekân olarak yüksekte ‎olduğu” şeklinde bir anlayışa sahip olurlarsa bu, onları ‎mazeretli kılar mı?” denilirse buna şöyle cevap veririz:‎
Böyle bir zanna kapılmaktan veya doğru söyleyen bir ‎nebinin Allah'ın kendini vasfettiği şeyler dışındaki şeylerle ‎Allah'ı vasfettiği ve bunları halkın inancına yerleştirdiği ‎düşüncesinden Allah’a sığınırız.‎
Halka anlamayacağı şeyler söylenirse, elbette anlayış ‎kusuru onları olumsuz etkiler. Fakat nebi bu lafızlarla ‎zaten kaldıramayacak kimselere karşı konuşmaz, bilakis ‎bu müteşabih lafızlar hakkında soru sorma ve araştırma ‎yapmak gibi işlere dalmaktan onları men eder. Nebi bu ‎sözlerle ancak anlayışı iyi olan ve bunları kaldırabilecek ‎kimselere karşı konuşur ve halkın anlama konusundaki ‎acziyet ve eksikliğini tedavi etmeyi de çok iyi bilir.‎
Hakka zıt olan şeylerin bilerek anlatılmasında hiçbir ‎zaruret yoktur, özellikle de Allah'ın sıfatları hakkında. ‎Evet, lafızları istiare olarak kullanmakta zaruret vardır. ‎Lafızlar istiare olarak kullanıldığında aptal olan kişiler ‎bazen yanlış anlayabilir. Lafızların istiare olarak ‎kullanılmasının sebebi, lügatlerin eksik kalması ve ‎karşılıklı tartışmaya ya da diyaloğa girme zaruretinin ‎olmasındandır. Fakat ister maslahattan dolayı olsun ister ‎olmasın, halkı cehalete sürükleyecek şekilde hakka ‎muhalif olan şeyleri anlatmak, Rasulullah sallAllahu aleyhi ‎ve sellem için imkânsızdır. ‎
‎“Teşbih ehlinin cehaleti, zahiri teşbihi düşündüren ‎lafızlardan dolayıdır. Onları cehalete sürükleyen, teşbihi ‎düşündüren lafzın mücmel olarak gelmesidir. Bu lafızları ‎kullanan, bu konuda onları cehalete sürükleme kastı olsun ‎ya da olmasın, cehalet hâsıl olduğuna göre rızası var ‎demektir. Çünkü cehaletin hâsıl olacağını bilmek, buna ‎rızadır.” denilirse şöyle cevap veririz: ‎
Biz, teşbih ehlinin cehalete düşüp de Allah’ı teşbih ‎etmelerinin, zahiri teşbihi düşündüren müteşabih ‎lafızlardan dolayı olduğunu kabul etmeyiz. Teşbihe ‎düşmelerinin asıl sebebi; bu lafızların zahiri manasını ‎düşünmeden önce takdis bilgisini elde etme konusundaki ‎ihmalkârlıklarıdır. Eğer onlar önceden takdis ilmini elde ‎etmiş olsalardı bu lafızlara zahiri manalarını vermek ‎suretiyle cehalete düşmezlerdi. ‎
Takdis ilmine sahip olan bir kişinin “meselenin sureti” ‎sözünü duyduğu zaman suretten kastın ne olduğunu ‎anlaması, böylece ona zahiri manasını vererek cehalete ‎düşmemesi buna örnektir. Bu nedenle onların üzerine ‎vacip olan; bu ilmi elde etmek, sonra bu lafızlar ‎konusunda şüpheye düşerlerse âlimlere müracaat etmek ‎ve âlimler onlara ne yapmaları gerektiğini öğrettiğinde ‎buna uyarak nefsi tevile gitmekten engelleyip takdise göre ‎hareket etmektir. Eğer bunu yapmazlarsa elbette cehalete ‎düşerler. ‎
Şâri olan Allah biliyor ki insanlar fıtratları gereği ‎tembelliğe, bir işi eksik yapmaya ve kendilerini ‎ilgilendirmeyen meselelere dalıp bunlar hakkında ‎konuşmaya meyillidirler fakat onların bu hallerine rızası ‎yoktur ve bu lafızları, cehaleti elde etsinler diye zikretmiş ‎değildir. Bu, onların kısmetleri hakkındaki kaza ve ‎kaderine rızadır. Allah-u Teâlâ’nın buyurduğu gibi: ‎

وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ لأَمْلأنَّ جَهَنَّمَ مِنَ ‏الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ‏ ﴿١١٩﴾‏

‎“Ey rasulüm! Bil ki Rabbinin ezeldeki hükmü ‎şudur: Muhakkak ki cehennemi şeytana tabi olan ‎bütün cin ve insanlarla dolduracağım.” (Hud: ‎‎119)‎

وَلَوْ شَاء رَبُّكَ لَجَعَلَ النَّاسَ أُمَّةً ‏وَاحِدَةً‏ ﴿١١٨﴾‏

‎“Ey rasulüm! Eğer Rabbin dileseydi bütün ‎insanları (hak üzerinde birleşmiş) tek bir ümmet ‎yapardı.” (Hud: 118)‎

وَلَوْ شَٓاءَ رَبُّكَ لَاٰمَنَ مَنْ فِي الْاَرْضِ ‏كُلُّهُمْ جَم۪يعًاۜ اَفَاَنْتَ تُكْرِهُ النَّاسَ ‏حَتّٰى يَكُونُوا مُؤْمِن۪ينَ‎  ‎‏﴾٩٩﴿‏‏ ‏وَمَا ‏كَانَ لِنَفْسٍ اَنْ تُؤْمِنَ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ  ‎‏﴾١٠٠﴿‏
‎“Ey rasulüm! Rabbin dileseydi şüphesiz ‎yeryüzündeki bütün insanlar iman ederlerdi (fakat ‎O; hikmeti gereği dilediğini adaletiyle saptırır, dilediğini ‎fazlıyla hidayete muvaffak kılar). Sen, insanları mu’min ‎olmaya mı zorlayacaksın?! (İmanı kalplerine ‎yerleştirmek senin elinde değildir.) (Ey rasulüm! İman ‎etmeyenler için üzülme çünkü) Allah’ın izni olmadıkça ‎hiç kimse mu’min olamaz (O; hikmeti gereği dilediğini ‎adaletiyle saptırır, dilediğini fazlıyla hidayete muvaffak ‎kılar).” ‎(Yunus: 99-100)‎

وَلاَ يَزَالُونَ مُخْتَلِفِينَ‏ ﴿١١٨﴾‏
‎“Fakat Allah böyle dilemediği için kıyamete ‎kadar devamlı ihtilaf içinde olacaklardır (çünkü ‎içlerinde heva ve hevesine uyanlar hep bulunacaktır).” (Hud: 118)‎

اِلَّا مَنْ رَحِمَ رَبُّكَۜ وَلِذٰلِكَ ‏خَلَقَهُمْۜ‏﴿١١٩﴾‏
‎“Ancak Rabbinin rahmet edip hidayete muvaffak ‎kıldığı kişiler hariç; onlar (hak üzerinde) ihtilaf ‎etmezler. Şu var ki Allah, (imtihan için) insanları ve ‎cinleri seçme hakkına sahip bir tabiat üzere ‎yarattığından hep ihtilaf içinde olacaklardır ‎‎(ahirette hakka tabi olanlar mutlu, tabi olmayanlar ise ‎mutsuz olacaktır).” (Hud: 119)‎

Allah-u Teâlâ insanları hakkı ve batılı seçme iradesine ‎sahip olarak yaratmıştır. Bu iradeyle onlardan kimi hakka ‎tabi olacak, kimi batıla tabi olacaktır; kimi nefsine uyacak, ‎kimi nefsine karşı gelecektir. Böylece hak ile batıl ehli ‎arasında elbette ihtilaflar söz konusu olacaktır. İşte, ‎insanlar üzerindeki ilahi zorlama, Allah’ın onları hakkı ve ‎batılı seçecek iradeye sahip bir fıtratta yaratması ve bunun ‎doğal sonucu olarak birbirleriyle ihtilafa düşmeleri ‎noktasındadır. (Zira meleklerin fıtratında yaratsaydı asla ‎masiyet işlemez, isyan etmezlerdi çünkü melekler seçme ‎iradesine sahip olarak yaratılmamışlardır.) Bu, Allah’ın ‎sünnetidir; Allah’ın sünnetini değiştirmeye nebilerin dahi ‎gücü yoktur. ‎



‎(‎61) İstiare; lafzı, gerçek manası dışında ifade edilmek istenen durumu karşılamak üzere ödünç alarak ‎mecazi manada kullanma sanatıdır. Bu mana karinelerle anlaşılır.‎
Kayıtlı
Sayfa: [1]   Yukarı git


Eğer üye iseniz lütfen üye girişinden giriş yapınız.

Eğer üye değilseniz 10 saniyenizi ayırarak üye olabilirsiniz. 

Dosyaları indirebilmek ve de içerikleri görebilmek için

üye olmanız gerekmektedir.


  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

Sitemiz üzerinden erişilebilen şeylerde Allah'ın razı olmadığı şeyler varsa, bunları reddediyoruz.