HAKKA DAVET FORUMU
 
*
Hoşgeldiniz, Ziyaretçi.Lütfen giriş yapın veya kayıt olun. 28 Mart 2024, 16:14:42


Kullanıcı adınızı, parolanızı ve aktif kalma süresini giriniz


Sayfa: [1]   Aşağı git


Eğer üye iseniz lütfen üye girişinden giriş yapınız.

Eğer üye değilseniz 10 saniyenizi ayırarak üye olabilirsiniz. 

Dosyaları indirebilmek ve de içerikleri görebilmek için

üye olmanız gerekmektedir.


  Yazdır  
Gönderen Konu: Selefin Mezhebinin ‎Hak Olduğuna Dair Deliller  (Okunma Sayısı 4247 defa)
0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« : 11 Ocak 2019, 00:08:15 »


Metin:‎
İKİNCİ BÖLÜM:‎

SELEFİN MEZHEBİNİN ‎HAK OLDUĞUNA DAİR DELİLLER

Selefi salihinin mezhebinin hak olduğunu ispat eden deliller iki kısımdır: ‎
‎1-
Akla dayalı olan akli deliller
‎2- Sem’i (işitme yoluyla öğrenilen) deliller

Birinci Delil: Akli deliller kendi arasında iki kısma ayrılır: ‎
a)
Külli akli deliller ‎
b) Tafsili akli deliller
Şimdi bunları açıklayalım…‎

‎1) Külli akli deliller: Selefin mezhebinin hak olduğunu ispat eden külli akli deliller, akıl ‎sahibi olan herkesin kabullendiği dört aslın kabul edilmesiyle bilinir: ‎
Birinci asıl: Kulların hangi hallerinin onları ahirette güzel bir hayata ulaştıracağını en iyi ‎bilen kişi, hiç şüphesiz Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’dir. Ahirette kişiye faydalı veya ‎zararlı olacak şeyleri, doktorun bazı şeylerin faydalı veya zararlı olduğunu tecrübeyle bilmesi ‎gibi tecrübe ile bilmek mümkün değildir. Zira tecrübeye dayalı olan ilimlerin öğrenilmesi için ‎o şeye tekrar tekrar şahid olmaktan başka bir yol yoktur. Âlemden kim ahirete gitmiş de ‎oradaki faydalı veya zararlı şeylere şahid olarak dönüp bunu insanlara bildirmiştir? ‎
Ahirette kişiye fayda ve zarar verecek şeyleri akli kıyaslarla bilmek mümkün değildir. ‎Çünkü akıllar bu şeyleri idrak etmede yetersizdir. Bütün akıl sahipleri ölümden sonra olacak ‎şeylere akıl yoluyla ulaşılamayacağını kabul etmektedir. Günahlardan dolayı ahirette nasıl ‎azaba uğranacağını ve itaatten dolayı ahirette nasıl menfaat elde edileceğini hiçbir akıl ‎söyleyemez, özellikle de şeriatın anlattığı gibi tafsili bir şekilde anlatamaz. Bütün akıllar ‎idrak etmiştir ki bu şeyler tafsilatlı olarak ancak nübüvvetin nuruyla idrak edilir. Nübüvvetin ‎nuru ise aklın ötesinde bir kuvvettir. Bu kuvvetle geçmişteki ve gelecekteki gaybi şeyler ile ‎birçok şey idrak edilir ve bu, akla dayalı sebeplerle olmaz. Tecrübeli, ileri görüşlü ve üstün ‎akıllı kişiler, bütün evliya ve âlimler, ilimde derinleşenler, nübüvvetin nurundan ilim almaya ‎özen gösteren ve nübüvvetin kuvvetinden başka bütün kuvvetlerin bu konuda aciz ‎olduğunu itiraf edenler, söylediğim bu şeyleri ittifakla kabul etmektedirler.‎

İkinci asıl: Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem Allah’ın kendisine vahyettiği, kulların ‎dünya ve ahireti için faydalarına olan her şeyi onlara anlatmış, bu konuda hiçbir şeyi ‎gizlememiştir. Zaten bunun için ve bundan dolayı âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. ‎Bakmaya ve düşünmeye gerek olmayan zaruri ilimlerle ve Rasulullah’ın halleriyle ilgili ‎bilinen karinelerle sabit olmuştur ki Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem dünyadayken halkı ‎ıslah etmek için çok hırslı ve gayretli bir şekilde elinden geleni yapmış ve isteyerek, ‎sevinerek, azimle onlara dünya ve ahirette faydalı olan her yolu göstermiştir. Bundan dolayı ‎halkı cennete ve yaratıcının rızasına ulaştıracak bildiği her şeyi onlara öğretip yapmalarını ‎emretmiş ve teşvik etmiştir. Aynı şekilde cehenneme ve Allah’ın gazabına yaklaştıracak her ‎amelden de onları sakındırmış, uyarmış ve nehyetmiştir. Hem ilim hem de amel ‎bakımından bunların hepsini göstermiştir. ‎

Üçüncü asıl: İnsanlar arasında Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in sözlerini en iyi ‎anlayan, ince manalarını en iyi bilen ve sırlarını idrak edenler, hiç şüphesiz vahiy indiğinde ‎ona şahid olanlar ile onlarla beraber olan ve sohbet edenlerdir (yani sahabelerdir). Onlar ‎öyle kimselerdir ki Allah-u Teâlâ’dan gelen vahyi anlamak ve inen kelamın manalarını idrak ‎etmek için gece gündüz Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem ile beraber olup bütün güçlerini ‎buna harcamışlardır. Bunu, öncelikle öğrendikleri şeylerle amel etmek, yani öğrendiklerini ‎pratikte uygulamak, sonra da kendilerinden sonraki nesle nakletmek için yapmışlardır. ‎Onlar gelen vahyi duymak, anlamak, ezberlemek ve yaymak suretiyle Allah-u Teâlâ’ya ‎yaklaşacaklarını bilirler. Dolayısıyla bu amelleri asla terk etmezler. O neslin bir diğer özelliği ‎ise onların; Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in, tebliğ ettiği vahyi dinlemesi, anlaması, ‎ezberlemesi ve uygulaması bakımından kendilerini teşvik ettiği kimseler olmasıdır. Bir ‎hadisi şerifte Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştu: ‎
‎“Allah-u Teâlâ benim sözümü duyup da onu iyice anlayan ve sonra duyduğu ‎gibi başkasına nakleden Müslümanın yüzünü aydınlatsın.”(‎51)
Onların durumu böyleyken; yani inen vahyi duymak, anlamak ve öğrenmek hususunda ‎bu derece gayretli iken nasıl olur da Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem kendisine gelen vahyi ‎onlardan gizlemekle itham edilebilir? Bu, nübüvvetin prensibine layık değildir. Yine ‎‎(vasıfları zikredilen) bu büyük sahabeler vahyi öğrenip onunla amel etme konusunda bu ‎derece hırslı iken Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in sözünü ve maksadını anladıktan ‎sonra bunu gizleyip de başkalarına anlatmamakla hiç itham edilebilirler mi veya ‎öğrendikleri ilme yüz çevirip ona aykırı amel etmekle itham edilebilirler mi? Öğrendikleri ‎şeyleri insanlara anlattıkları halde, mükellef olduklarını bildikleri ve söyledikleri halde buna ‎muhalif amel yaptıkları hiç düşünebilir mi? Elbette aklı olan hiç kimse bu gibi şeyleri kabul ‎etmez. ‎

Dördüncü asıl: Sahabeler yaşadıkları asırda ve ömürleri boyunca halkı, Kur’an ve ‎sünnette Allah hakkında zikredilen ve zahiri teşbihi çağrıştıran müteşabih ayetlerin ‎manalarını araştırmaya, tefsir ya da tevil etmeye davet etmediler. Bu gibi şeyleri kendileri ‎de yapmadılar. Bilakis bu gibi şeylere (müteşabih ayetlerin manasını araştırmaya, tefsir veya ‎tevil etmeye) yeltenenleri, bu gibi şeylerin manası hakkında soran ya da bunları halk ‎arasında konuşanları şiddetli bir şekilde mübalağalı olarak nehyettiler. İleride onların bu ‎tavırlarına dair örnekler zikredeceğiz. ‎
Eğer Kur’an ve sünnette Allah hakkında zikredilen ve zahiri teşbihi çağrıştıran müteşabih ‎ayetlerin manasını araştırma, hakkında yorum yapma veya tefsir etme dinden olsaydı ya da ‎Allah’ın hükümlerini idrak etme olup dinde ilim sayılsaydı mutlaka sahabeler bunu yapmak ‎için gece gündüz uğraşırlar ve çocukları ile hanımlarını buna teşvik ederlerdi. Aynı şekilde ‎bu ilmin temellerini koymak ve kaidelerini şerh etmek için bütün güçlerini seferber ederler; ‎miras hükümlerini ve kaidelerini tesis etmek için uğraştıklarından daha fazla uğraşırlardı. ‎
Sahabe-i kiramın bu gibi ayetler konusundaki tavrını bu şekilde anlattıktan sonra bu dört ‎asılda sahabenin söylediğinin hak olduğunu ve onların takındıkları tavrın takınılması ‎gereken tavır olduğunu anlarız. Özellikle de Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem sahabelerin ‎yolunu övmüşken onlara daha da çok tabi olmamız gerekir.‎
Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “İnsanların en hayırlısı ‎benimle aynı asırda yaşayanlardır. Sonra onların ardından gelenler, sonra da ‎onların ardından gelenlerdir.”(‎52)‎
Başka bir hadiste: “Ümmetim yetmiş küsur fırkaya ayrılacaktır. Onlardan ‎sadece bir fırka kurtuluşa erecektir.” buyurdu. Onların kim olduğu kendisine ‎sorulduğunda: “Onlar, ehlisünnet ve’l-cemaat’tir (sünnet ve cemaat ehli olanlardır).” ‎buyurmuş, yine ehlisünnet ve’l-cemaat’in kim olduğu sorulduğunda ise: “Benim ve ‎sahabelerimin şimdi üzerinde bulunduğu yolda olanlardır.”(‎53) buyurmuştur. ‎

‎2) Tafsili akli deliller: Daha önce selefin mezhebinin hak olduğunu ve bu mezhebin ‎gereğinin, zahiri teşbihi çağrıştıran haberler konusunda anlattığımız yedi vazifeyi yerine ‎getirmek olduğunu söyledik. Her vazifeyle beraber delilini de zikrettik. Bu deliller haktır, ‎bunlara kim muhalefet edebilir ki? Birinci sözümüzde avamın Allah’ı teşbihten ve cisimlere ‎benzemekten takdis etmesi gerekli olduğunu söyledik. Bu sözümüze mi muhalefet ediliyor? ‎Yoksa ikinci sözümüz olan; Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in söylediğine onun kastettiği ‎mana üzere iman ve tasdik edilmesi gerektiği sözümüze mi muhalefet ediliyor? Veya ‎üçüncü sözümüz olan; bu manaların hakikatini idrak etme konusunda avamın acziyetini ‎itiraf etmesinin gerekli olduğu sözümüze mi muhalefet ediliyor? Ya da dördüncü sözümüz ‎olan; kendi gücünün yetmediği meselelere girmemesi ve bu konuda susması gerektiği ‎sözümüze mi? Ya da beşinci sözümüz olan; artırmak, eksiltmek, (farklı siyaklarda zikredilen ‎müteşabih sözleri bir araya) toplamak ya da (müteşabih lafzı siyakından) ayırmak suretiyle ‎lafızların zahirinin değiştirilmemesi gerektiği ve dilini bu konuda tutması gerektiği ‎sözümüze mi muhalefet ediliyor? Altıncı sözümüzde avamın, acziyetinden dolayı kalbini ‎bunları düşünmekten alıkoyması gerektiğini söyledik. Çünkü onlara “Yaratıcıyı düşünmeyin, ‎yaratılanları düşünün.” denilmiştir. Buna mı muhalefet ediliyor? Yedinci sözümüzde ‎avamın, bilmekten aciz olduğu bu konularda nebi, evliya ve ilimde derinleşmiş olan marifet ‎ehline teslim olması gerektiğini söyledik. Yoksa bu sözümüze mi muhalefet ediliyor? Bütün ‎bunlar yedi vazifenin açıklaması ve delilleridir. Bunları sadece âlimler ve üstün akıl sahipleri ‎değil, hak ile batılı ayırt eden hiç kimse red veya inkâr etmez. İşte bunlar akli delillerdir. ‎

İkinci Delil: Zahiri teşbihi çağrıştıran sıfatlarla ilgili selefi salihinin mezhebinin hak ‎olduğuna dair sem’i delile gelince, şöyle deriz: Selefi salihinin mezhebinin hak olduğunun ‎delili, onun zıddının bidat olmasıdır. Bidat ise kötülenmiş ve sapıklıktır. Avam olan kişilerin ‎tevile dalması âlimlere göre kötülenmiş olan bidattir. Bunun zıddı ise tevil yapmayıp ‎susmaktır. Bu ise kötülenmiş bidatin zıddı olduğu için övülmüş olan sünnettir. Buna göre üç ‎asıl vardır: ‎
Birinci asıl: Kur’an veya sünnette zahiri teşbihi çağrıştıran lafızlar hakkında araştırma ‎yapmak ve soru sormak bidattir.‎
İkinci asıl: Her bidat kötülenmiştir. ‎
Üçüncü asıl: Bidat kötülendiğine göre bidatin zıddı, övülmüş olan sünnettir. ‎
Bu asıllar hakkında ihtilafa girmek mümkün değildir. Bu asıllar konusunda ihtilaf ‎edilmeyip bunlara teslim olunduğuna göre hak olan mezhep selefi salihinin mezhebidir.‎
‎“Açık olduğundan dolayı üçüncü aslı kabul ettiği halde her bidatin kötülenmiş olduğunu ‎reddeden, avamın zahirini teşbih olarak anladığı lafızlar hakkında araştırma yapmanın ve ‎soru sormanın bidat olduğunu da kabul etmeyen ve bu iki asıl hususunda çekişen kimseye ‎nasıl cevap verirsiniz?” denirse şöyle dersin: ‎
İkinci asıl olan her bidatin kötülenmiş olduğunun delili; bütün ümmetin, bidatin ‎kötü olduğu hususunda ittifak etmeleri ve bidat çıkaranlara karşı sert davranıp bidat bilinen ‎şeyleri değiştirmek için uğraşmalarıdır. Bunlar şeriattan zaruri olarak anlaşılan şeylerdir ve ‎zanni meselelere girmez. Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in bidati kötülediği, kat’i ilmi ‎ifade eden rivayetlerin toplanmasıyla mütevatir olarak sabittir. Velev ki bu rivayetlerin her ‎biri zan hükmünde olsa bile. Örneğin; Ali radıyAllahu anh’ın kahramanlığı, Hatem’in ‎cömertliği, Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in Aişe radıyAllahu anhâ’ya olan sevgisi ve ‎bunun gibi şeyler. Bu gibi haberler kat’i bir şekilde ahad haberlerle bilinse bile bu ahad ‎haberleri o kadar çoktur ki bunları nakleden ravilerin yalan üzerinde birleşmelerine imkân ‎yoktur. Velev ki bu haberler mütevatir olmayan ahad haberler olsun. Bu, Rasulullah ‎sallAllahu aleyhi ve sellem’den rivayet edilen şu hadislere benzer:‎
‎“Benim sünnetime ve hidayet bulmuş raşid halifelerimin sünnetine sımsıkı ‎sarılın. Benden sonra dinde yeni çıkarılan şeylerden sakının. Muhakkak ki ‎sonradan çıkarılan her şey bidattir, her bidat sapıklıktır, her sapıklık ise ‎ateştedir.”(‎54)‎
‎“(Sünnete) Tabi olun ve bidatçi olmayın. Çünkü sizden önceki kavimler, ancak ‎dinlerinde yeni şeyler çıkarıp nebilerinin sünnetini terk ettiklerinde ve kendi ‎görüşlerine tabi oldukları için sapmışlardır. Öyle ki hem kendileri saptılar hem ‎de başkalarını saptırdılar.”(‎55)‎
‎“Bidat sahibi öldüğü zaman İslam’da bir fetih kapısı açılır.”(‎56)
‎“Kim bidatçi olan kimseyi onu yüceltmek için ziyaret ederse İslam’ı yıkmak ‎için ona yardım etmiş olur.”(‎57)‎
‎“Kim Allah için bidatçi kimseden yüz çevirirse Allah-u Teâlâ onun kalbini ‎mutmainlik ve iman ile doldurur. Kim de bidatçi kimseye sert davranıp onu ‎kovarsa Allah-u Teâlâ onun derecesini yüz derece yükseltir. Kim de bidatçi ‎kimseye selam verir, onu güler yüzle veya onu sevindirecek bir haberle ‎karşılarsa Muhammed sallAllahu aleyhi ve sellem’e inen dini hafife almış olur.”(‎58)‎
‎“Şüphesiz ki Allah bidatçi olan kimsenin orucunu, namazını, zekâtını, haccını, ‎umresini, cihadını, herhangi bir iyi amelini ve şahitliğini kabul etmez. O, okun ‎yaydan çıkması veya hamurdan kılın çekilmesi gibi İslam’dan çıkar.”(‎59)‎
Bu ve buna benzer sınırlandırılamayacak kadar çok olan hadisler zaruri bir ilimle bütün ‎bidatlerin kötülendiğini apaçık bir şekilde ifade eder. ‎
‎"Bidatin kötülenmiş bir şey olduğunu kabul ettik. Fakat birinci aslın -ki buna bidat ‎diyorsunuz- delili nedir? Bidat yeni olan her şeyden ibarettir. O halde İmam Şafiî ‎rahmetullahi aleyh teravih namazı cemaatle kılındığı zaman –ki teravih namazını cemaatle ‎kılmak bidattir- neden “Bu güzel bir bidattir.” dedi? Ayrıca fıkıh âlimleri, fıkıh ilmiyle ilgili ‎teferruatlara girmiş ve o teferruatlı meseleler hakkında münazaralar yapmıştır. Bu konuda ‎karşı tarafın delilini çürütme, fasit olduğunu ortaya koyma, yeni ıstılahlar kullanma ve ‎benzeri tartışma metotları; bunların hepsi yeni şeylerdir, hiçbiri sahabe zamanında yoktu. ‎Bu da gösteriyor ki her bidat kötülenmiş bidat değildir; kötülenmiş bidat ancak sabit olan bir ‎sünneti kaldıran bidattir. Ve biz, söylediğimiz şeyin sabit olan bir sünneti kaldırdığını kabul ‎etmiyoruz. Fakat elbette bu, yeni olan bir şeydir. Sahabeler bununla uğraşmadılar; çünkü ya ‎bundan daha önemli bir şeyle meşgul idiler ya da onların asrında kalpler şüphelere, ‎tereddütlere karşı sağlam idi, dolayısıyla bu gibi şeylere ihtiyaçları olmadı. Onlardan sonraki ‎asırda yaşayan âlimler ise bu gibi meselelere girmeye ihtiyaç duydular. Çünkü onların ‎zamanında heva ve heveslere tabi olma, sabit sünnete muhalif olan bidatler çıkarma ‎yayıldığından, bunları iptal edip bu bidatleri çıkaranları susturmak ve onlara inananları ‎caydırmak için bu gibi metotlara ihtiyaçları oldu.” denilirse buna şöyle cevap verilir: ‎
‎“Kötülenmiş bidat, sabit olan sünneti kaldıran bidattir.” sözünüz, doğru ve hak olan bir ‎sözdür. Bu; yani avamın zahirini teşbih olarak anladığı müteşabih haberler hakkında soru ‎sormak ve araştırma yapmak da sabit olan sünneti kaldıran bir bidattir. Şöyle ki: Sahabenin ‎sünneti; bu gibi meselelere girenleri engellemek, müteşabih haberler hakkında soru ‎soranları azarlamak, bu meselelerin kapısını açanları engelleme ve tedip etme hususunda ‎mübalağalı olarak sert bir tavır göstermektir. Avamı bu gibi meselelere sokmak, ‎sahabelerden gelen mütevatir rivayetlere muhaliftir. Sahabelerin bu meselelere giren ve ‎soru soranları engelleyip onlara karşı sert tavır takınması, tabiinin onlardan rivayet ettiği ‎mütevatir nakillerle sahih olarak sabit olmuştur. Elbette selefi salihinin sireti, şeksiz ‎şüphesiz huccettir. Bu, onların miras meselelerinde teferruata girip birbirleriyle istişare ‎etmelerinin ve fıkhî meselelerde böyle yaptıklarının mütevatir haberle sabit olması gibidir. ‎Bu haberler ahad ile sabit olsa da birkaç yoldan geldikleri için bu yolların toplanması ‎şüpheye mahal bırakmamıştır. ‎
Örneğin; bir kişi Ömer ibni el-Hattab’a iki müteşabih ayet hakkında sorduğunda Ömer ‎radıyAllahu anh onu (kastını anladığı için) kendi sopasıyla dövdü. Bu, Ömer hakkında haberi ‎ahad ile gelen bir rivayettir. ‎
Aynı şekilde bir kişi Ömer radıyAllahu anh’a: “Kur’an mahluk mudur, değil midir?” diye ‎sordu. Ömer radıyAllahu anh bu soruya hayret etti ve adamın elinden tutup onu Ali radıyAllahu ‎anh’a götürdü. Sonra Ömer, Ali’ye şöyle dedi: ‎
‎“Ey Eba Hasan! Bu adamın ne dediğini dinle?” Ali ona şöyle dedi: ‎
‎“Ey mu’minlerin emiri, ne diyor?” Adam: ‎
‎“Ben ona, Kur’an mahluk mudur değil midir diye sordum.” dedi. Ali radıyAllahu anh soru ‎karşısında donup kaldı; susup başını eğdi ve belli bir süre sonra başını kaldırıp şöyle dedi: ‎
‎“Bu gibi meseleler hakkında ahir zamanda çok olaylar olacak. O zaman geldiğinde ben ‎senin bulunduğun mevkide olursam ve biri bana böyle bir soru sorarsa onun kellesini ‎alırım.” Bu hadisi Ahmed ibni Hanbel, Ebu Hureyre’den rivayet etmiştir.‎
Ali radıyAllahu anh bu sözü Ömer ve Ebu Hureyre radıyAllahu anhum’un huzurunda söyledi ‎fakat ne o ikisi ne de bu sözün kendisine ulaştığı bir sahabe ona karşı hiçbir şey ‎söylemediler. Ali radıyAllahu anh bu soruyu dini bir mesele hakkında sorulan soru olarak ‎görmedi veya Allah’ın kelamının hükmünü öğrenmek ya da Rasulullah’ın doğru olduğunu ‎gösteren bir mucize olan Kur’an’ın sıfatını öğrenmek için sorulan bir soru olarak da görmedi. ‎Şayet soru bu amaçla sorulmuş olsaydı soru sorana bu kadar sert bir tavır takınmazdı. ‎
İşte, Ali radıyAllahu anh’ın ferasetini dikkatle düşün! Bu meseleler hakkında soru sormanın ‎fitne kapısını çalmak olduğunu ve Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in haber verdiği ahir ‎zamanda yayılacak olan fitnenin zamanı olduğunu anlayıp “O zaman geldiğinde ben senin ‎bulunduğun mevkide olursam ve biri bana böyle bir soru sorarsa onun kellesini alırım.” ‎diyerek nasıl da böylesine şiddetli bir hüküm verdi? İşte bu üstün şahsiyetler vahye ve onun ‎inişine şahit oldular. Dinin hakikat ve sırlarına vakıf oldular. Onlardan Ömer radıyAllahu anh ‎hakkında Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem, “Ben rasul olarak gönderilmeseydim ‎Ömer gönderilirdi.” Ali radıyAllahu anh hakkında ise, “Ben ilim şehriyim. Ali ise bu ‎şehrin kapısıdır.” buyurmuştur. ‎
Onlar (radıyAllahu anhum) bu gibi soruları soran kimseleri bundan şiddetle sakındırıyor ve ‎azarlıyorlardı. Fakat onlardan sonra gelip de kelam ve cedelleşmeyi seven ve “Allah için ‎Uhud Dağı kadar altın infak etseler de onların harcadığı mud veya mudun yarısı ‎kadar bile sevap alamayacak olan” kimseler bu soruyu kabul etmenin ve bunu ‎cevaplandırmak için bu konulara dalıp bu kapıyı açmanın doğru ve hak olduğunu iddia ‎ettiler. Bunu doğru ve hak olarak kabul etmek, Ömer ve Ali radıyAllahu anhum’un hatalı ‎olduğunu söylemek demektir.‎
Heyhat! Melekleri demircilerle mukayese eden ve batıl cedelleşmeye dalanları selef olan ‎raşid imamlara tercih eden kişi haktan ne kadar da uzaktır! ‎
Bütün bu açıklamalardan, avamın zahirini teşbih olarak anladığı müteşabih haberler ‎hakkında soru sorma ve araştırma yapmanın selefin sünnetine muhalif olduğu kesin bir ‎şekilde anlaşılmış oldu. Bu, fakihlerin fıkıh ilminde teferruat ve tafsilata girmesine asla ‎benzemez. Fıkıh ilminde teferruat ve tafsilata girenleri azarladıklarına dair sahabelerden ‎nakil yapılmamıştır. Aksine bu hususta derine daldıklarına dair nakiller vardır. Fakat kelam ‎âlimlerinin ortaya koyduğu cedelleşme ilmine gelince, bunun kötülenmiş bir bidat olduğu ‎ilim ehli nezdinde sabittir. Bunun kötülendiğine dair açıklamaları İhyâ kitabının ‎‎“Kavâidu’l-Akâid” bölümünde zikrettik. ‎
Onların birbirleriyle münazara etmelerine gelince, bundan kastedilen şeriatın alındığı ve ‎dini hükümlerin idrak edildiği şeyleri araştırma konusunda yardımlaşmaları ise bu, selefin ‎sünnetidir. Sahabeler (radıyAllahu anhum) fıkhi meselelerde birbirleriyle istişare ediyor ve ‎münazarada bulunuyorlardı. Dedenin mirası, koca veya babanın yanında olan annenin ‎mirası ve bunlara benzer diğer meselelerde münazara ve istişarede bulunduklarına dair ‎nakiller bunun açık örneğidir. ‎
Evet, sahih olan maksatlarını açıklamak için fakihlerin yeni lafız ve ibareleri ortaya ‎koymalarında bir sakınca yoktur. Bilakis bunları hakiki manada veya istiare olarak ‎kullananlar için mübahtır. Şayet onların bu yeni lafız ve ibarelerden kastı, kötülenmiş olan ‎görüş sahiplerini hiçbir şey öğretmeksizin sadece susturmak veya öğüt vermeksizin sadece ‎onları kötülemek ise, bu bidat olup nakledilen sünnete muhaliftir. ‎

‎Açıklama: ‎
İmam Gazali rahmetullahi aleyh müteşabih ayetlerle ilgili avama vacip olan görevleri geniş ‎bir şekilde örneklerle açıklayıp bunun, selefi salihinin mezhebi olduğunu belirttikten, hak ‎mezhebin de selefi salihinin mezhebi olduğunu söyledikten sonra bunu delillerle ispat ‎etmeye başlamıştır. İşte bu bab, selefi salihinin mezhebinin hak mezhep olduğunu ispat ‎etme babıdır. ‎
İmam Gazali rahmetullahi aleyh bu konudaki delillerin akli ve sem’i olmak üzere iki türlü ‎olduğunu, akli delillerin de kendi içerisinde külli ve tafsili olarak iki kısma ayrıldığını ‎bildirdikten sonra akli delilin külli olan kısmını anlatmaya başlıyor ve selefi salihinin hak ‎mezhep olduğunun akli külli delilinin akıl sahibi herkes tarafından kabul edilen şu dört asılla ‎bilindiğini ifade ediyor:‎
Birinci asıl: Kullara dünya ve ahirette faydalı olacak şeyleri yaratılmışlar arasında en iyi ‎bilen şüphesiz Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’dir. Çünkü o, aklın ulaşamayacağı şeylere ‎vahiyle ulaşmıştır. Dolayısıyla Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in bilgisi, aklın bilgisinden ‎öte olan, nebilik ile elde ettiği bir bilgidir. İşte bu bilgiyle insanların dünya ve ahiretteki ‎menfaatlerini en iyi bilenin Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem olduğu, akıl sahibi herkes ‎tarafından kabul edilen bir gerçektir. ‎
İkincisi asıl: Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem, insanlara dünya ve ahirette faydalı olan ‎her şeyi anlatmış, hiçbir şeyi gizlememiştir; onlara her türlü hayrı emretmiş ve her türlü ‎şerri yasaklamıştır. ‎
Üçüncü asıl: Kur’an ayetlerinin ve Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in sözlerini en iyi ‎bilen; vahyin inişini müşahede eden, o dönemde hazır bulunan sahabelerdir. Onlar vahyin ‎kimin hakkında, ne şekilde, hangi manada indiğini en iyi bilenlerdir; çünkü onlar daima ‎Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem ile beraberdiler. Vahyi ve Rasulullah’ın sözlerini ‎anlamanın ve onlarla amel etmenin ibadet olup Allah’a yaklaştırdığını bilmekte idiler. ‎Dolayısıyla bunları bilmek, anlamak ve bunlarla amel etmek konusunda yarış halindeydiler. ‎Bununla da kalmayarak Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’den öğrendiklerini, hiçbir şeyi ‎eksiltmeden en güzel şekilde anlatıp yaymışlardı.‎
Dördüncü asıl: Sahabeler hayatlarının hiçbir döneminde, insanlara müteşabih nasları ‎tefsir ve tevil etmeye ya da manalarını araştırmaya davet etmemiş, bilakis böyle yapmayı ‎yasaklayıp bunun, karşı çıkılacak bir bidat olduğunu söylemişlerdir. Müteşabih naslar ‎hakkında araştırma yapma, mana verme ya da tefsir etmenin dinden olduğunu bilseydiler ‎elbette onu yapmaya ilk koşanlar sahabeler olurdu, diğer dini hükümlerde yaptıkları gibi.‎
İşte bu dört asıl ile selefi salihinin mezhebinin doğru mezhep olduğu açıkça anlaşılmış ‎olur. ‎
İmam Gazali rahmetullahi aleyh, selefi salihinin mezhebinin hak olduğuna dair akli tafsili ‎delilin ise, müteşabih naslar konusunda avama vacip olan yedi görevin hak olduğuna dair ‎sunulan deliller olduğunu bildirmektedir. Çünkü bu görevlerin hak olduğuna dair sunulan ‎delillerin doğruluğuna, aklı başında olan hiç kimse muhalefet etmez. Daha açık söylemek ‎gerekirse birinci vazife olan, avamın Allah’ı cisme benzemekten tenzih ve takdis etmesinin ‎gerekliliğine kim muhalefet edebilir? İkinci vazife olan, Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in ‎sözüne onun kastettiği mana üzere iman etmenin gerekliliğini kim reddedebilir? Üçüncü ‎vazife olan, müteşabih nasların gerçek manasını idrak etme konusunda avamın acziyetini ‎itiraf etmesinin gerekli olduğuna kim karşı çıkabilir? Dördüncü vazife olan, avamın gücünü ‎aşan meselelere girmemesi ve bu gibi meselelerde susması gerektiğini hangi akıl sahibi ‎kabul etmez? Beşinci vazife olan, avamın müteşabih lafızlar üzerinde artırma veya eksiltme ‎yapmaması, farklı yerlerde zikredilmiş müteşabih lafızları bir araya toplamaması ya da ‎müteşabih lafzı birlikte zikredildiği kelimelerden ayırmaması, böylece lafız üzerinde ‎herhangi bir değişiklik yapmayıp olduğu gibi bırakmasının gerekli olduğuna kim muhalefet ‎edebilir? Altıncı vazife olan, acziyeti sebebiyle avamın müteşabih nasların manaları ‎konusunda düşünmekten kendini engellemesi gerektiğine kim karşı gelebilir? Yedinci vazife ‎olan, avamın müteşabih naslarla ilgili bilmekten aciz olduğu konularda nebi, veli kul ya da ‎ilimde derinleşmiş olan âlimlere teslim olması gerektiğini kim inkâr edebilir? ‎
İşte bu anlatılanlarla selefi salihinin mezhebinin hak mezhep olduğu, akli tafsili deliller ‎yoluyla ispat edilmiş oldu. ‎
İmam Gazali rahmetullahi aleyh, selefi salihinin mezhebinin hak olduğuna dair sem’i delili ‎şöyle açıklıyor: Selefi salihinin mezhebine zıt olan şeyin bidat olması, selefin mezhebinin hak ‎olduğunun delilidir. Avamın, müteşabih nasların teviline dalmasının bidat olması ile bidatin ‎kötülenmesi ve sapıklık olarak addedilmesi, bunun zıddının övülmüş olan sünnet olduğunu ‎gösterir. Bunun ispatı ise şu üç asıldır:‎
Birincisi: Kur’an veya sünnette zahiri teşbihi andıran naslar hakkında araştırma yapmak ‎ve soru sormak bidattir.‎
İkincisi: Her bidat kötülenmiştir. ‎
Üçüncüsü: Bidat kötülendiğine göre onun zıddı, övülmüş olan sünnettir. ‎
İşte bunlar, hiç kimsenin karşı çıkamayacağı asıllardır. Böylelikle selefi salihinin ‎mezhebinin hak olduğu ortaya çıkmış olur.‎
Bu açıklamalardan sonra İmam Gazali, gelmesi muhtemel şöyle bir soru soruyor: “Her ‎bidatin kötülenmiş olduğunu ya da müteşabih naslar hakkında araştırma, tevil veya tefsir ‎yapmanın bidat olduğunu kabul etmeyen olabilir. Yani kişi, üçüncü aslı kabul etse de birinci ‎ve ikinci aslı kabul etmeyebilir. Böyle bir kişi hakkında ne dersiniz?”‎
İmam Gazali bu soruya şöyle cevap veriyor: “Bidatin ve bidatçinin kötülenmiş olduğu ve ‎bunun şeriat ile bilindiği hususunda bütün ümmet ittifak etmiştir. Bidatin kötülendiğine dair ‎tevatür ilme ulaşmış olan haberler bulunmaktadır. Bu haberler her ne kadar haberi ahad ‎yoluyla gelmiş olsa da hepsi birden manayı tevatür ilme ulaştırır. Yani bidatin kötülendiği, ‎manevi mütevatir olan haberler ile sabittir.” ‎
Akabinde İmam Gazali bahsettiği bu hadislerden bazılarını zikretmektedir. Zikrettiği bu ‎deliller, bidatin kötülenmiş bir şey olduğunu ispat etmektedir.‎
Eğer karşı taraf: “Bidatin kötülenmiş olduğunu kabul ettik. Fakat müteşabih naslar ‎üzerine araştırmanın, tefsir ve tevil etmenin bidat olduğunun, dolayısıyla kötülendiğinin ‎delili nedir? Çünkü bidat, yeni olmuş olan şeydir. Teravih namazını cemaatle kılmak, ‎Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem zamanında yoktu; Ömer radıyAllahu anh zamanında ‎olmuştur ve bu, iyi bir bidat sayılmıştır. Ayrıca âlimler, dini daha rahat anlatmak için ‎Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem zamanında olmayan yeni öğretme ve tartışma metotları ‎icat ediyor ve kimse bunların kötü bir bidat olduğunu söylemiyor. Dolayısıyla kötü olan bidat, ‎ancak sahih sünneti kaldıran bidattir, yoksa her bidat değildir. Ve biz, müteşabih naslar ‎hakkında tefsir, tevil, araştırma yapmanın sünneti kaldıran bir amel olduğunu kabul ‎etmiyoruz.” diyecek olursa İmam Gazali rahmetullahi aleyh’in bu itiraza cevabı şöyledir: ‎
‎“Kötü olan bidatin, sahih olan sünneti kaldıran bidat olduğu konusunda doğru ‎söylüyorsunuz. Fakat müteşabih naslar hakkında araştırmak, derine girmek, tefsir ve tevil ‎etmek de eski bir sünneti kaldırır; dolayısıyla kötü olan bidattir. Zira sahabenin sünneti, bu ‎gibi naslar hakkında araştırma yapmamak ve araştırma yapan, derine giren, soru soran ‎kişileri azarlamaktır. Hatta bu azarlama, çok şiddetli ve sert bir şekilde yapılırdı. Dolayısıyla ‎bu, sahabelerin sünneti olmuştur. Şayet avamlar bu gibi naslar hakkında araştırma, tevil ‎veya tefsir etme yoluna girerlerse tevatür haberlerle sabit olan sahabenin sünnetine ‎muhalefet etmiş olurlar; dolayısıyla bu, kötü bir bidattir.”‎
Sonrasında İmam Gazali, sahabelerin bu gibi müteşabih naslar hakkında araştıran ve ‎soru soran kimselere karşı takındıkları tavra, Ömer radıyAllahu anh’dan gelen rivayeti örnek ‎gösteriyor. Böylece selefi salihinin mezhebinin hak mezhep olduğunu, hem akli hem de ‎nakli yoldan ispat etmiş olmaktadır. ‎


‎(‎51) Ahmed, 4157; Tirmizi, 2657; İbni Mace, 232, İbni Ebi ‎Hatim, 1/1/9; Ebu Ya’la, 5126, 5296; İbni Hibban, 69; Beyhaki, ‎Marifet, 1/3; el-Râmehürmüzi, Muhaddisu’l-Fâsıl, 6, 7; el-Halili, ‎İrşad, 2/699; İbni Abdilberr, Câmiu Beyani’l-İlm, 1/40; el-Hatib, ‎el-Muvaddah, 2/294.‎
‎(‎52) Buhari, 2509; Müslim, 6635.‎
‎(‎53) İmam Ahmed, İbni Ebi el-Dünya, Ebu Davud, Tirmizi, İbni ‎Hibban, Hâkim rivayet etti ve sahih dediler.‎
‎(‎54) Ebu Davud; Tirmizi rivayet etti ve “hasen-sahih” dedi.‎
‎(‎55) Bu hadis değildir. Bu, Şa’bî’nin sözüdür. İbni Abdilberr, el-‎Câmi’, 2/1050, 2026. Bak: el-İ’tisâm, 1/172‎
‎(‎56) Hatib (4/159) ve Deylemi (1/1/151-152) Ebu Bekir el-‎Temmar’dan tahriç etmiştir. Suyuti bu hadisi “Zeylu’l-‎Ehâdîsi’l-Mevdû’a” kitabında Hatib’den iki yolla rivayet etti, ‎sonra şöyle dedi: İbni el-Cevzi bu hadisi “Zayıf Hadisler” ‎kitabında tahriç etti ve şöyle dedi: Bu hadis İmran el-Kattan’dan ‎iki yolla rivayet edilir. Yahya şöyle dedi: “İmran el-Kattan hiçbir ‎şey değildir.” Nesei, “Hadisi zayıftır.” dedi. Amr ibni Merzuk ise ‎‎“Yahya ibni Said onu kuvvetli bir ravi saymıyordu.” dedi.‎
‎(‎57) Taberani, Müsned el-Şâmiine; Taberani, el-Mu’cemu’l-‎Kebir; Cem’ul-Cuyûş ve’l-Desâkir alâ ibni Asakir; Ebu Nuaym, ‎Hulyetu’l-Evliya. Bu hadisin senedi iyidir.‎
‎(‎58) İbni el-Neccar.‎
‎(‎59) İbni Mace.‎

Kayıtlı
Sayfa: [1]   Yukarı git


Eğer üye iseniz lütfen üye girişinden giriş yapınız.

Eğer üye değilseniz 10 saniyenizi ayırarak üye olabilirsiniz. 

Dosyaları indirebilmek ve de içerikleri görebilmek için

üye olmanız gerekmektedir.


  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

Sitemiz üzerinden erişilebilen şeylerde Allah'ın razı olmadığı şeyler varsa, bunları reddediyoruz.