HAKKA DAVET FORUMU
 
*
Hoşgeldiniz, Ziyaretçi.Lütfen giriş yapın veya kayıt olun. 28 Mart 2024, 15:25:33


Kullanıcı adınızı, parolanızı ve aktif kalma süresini giriniz


Sayfa: [1]   Aşağı git


Eğer üye iseniz lütfen üye girişinden giriş yapınız.

Eğer üye değilseniz 10 saniyenizi ayırarak üye olabilirsiniz. 

Dosyaları indirebilmek ve de içerikleri görebilmek için

üye olmanız gerekmektedir.


  Yazdır  
Gönderen Konu: Altıncı Görev: İmsak’tan Sonra Keff ‎Yapmak  (Okunma Sayısı 4748 defa)
0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« : 01 Ocak 2019, 22:37:36 »


Metin:‎
Altıncı Görev: İmsak’tan
(müteşabih lafızlar üzerinde tefsir, tevil, tasrif, kıyas ve tefri’, ‎bunları toplu ya da ayrı olarak zikretme gibi tasarruflardan kaçındıktan) sonra keff ‎yapmak


Keff'ten kasıt; hakkında imsak edilmesi gereken şeyler (müteşabih lafızlar) üzerine ‎düşünmemektir. Nasıl ki insanın, dilini bu meseleler hakkında sormaktan tutması ve ‎yukarıda anlatıldığı gibi tasarruf yapmaması gerekiyor ise aynı şekilde bu müteşabih ‎lafızların manası konusunda düşünmemesi de gerekmektedir. Bu ise görevlerin en ağırı ve ‎en zorudur, fakat bunu yapması kişiye vaciptir. Tıpkı kronik acziyete sahip olan bir kimsenin ‎denizin dibine dalmaması gerektiği gibi... Velev ki tabiatı denize dalmayı ve denizin ‎dibindeki cevherleri ve nefis olan taşları çıkarmak istesin. Bu kişinin acziyetine rağmen ‎denizin dibindeki nefis ve değerli olan taşları elde etmeyi düşünmemesi (elde edebileceğine ‎dair bu hevesin kendisini kandırmaması) gerekir. Bilakis hem acziyetini düşünmesi hem de ‎bu acziyetine rağmen denizin dibindeki nefis ve değerli olan taşları elde etmek için denize ‎daldığında, ne kadar büyük bir zarara ve tehlikeye düşeceğini akletmesi gerekir. ‎
Şunu bilmelidir ki denizin dibindeki nefis ve değerli olan taşları elde etmemesi, maişeti ‎konusunda kendisine lazım olan şeyleri etkilemeyecektir. Zira denizin dibindeki taşları elde ‎etmesi, ihtiyacının ötesinde sadece maişetinin daha rahat bir hale gelmesini sağlar; yoksa ‎bunları elde etmediğinde hayatı, maişeti bir sıkıntıya girmeyecektir. İhtiyacı olmadığı halde, ‎sırf hayatını daha rahat ettirecek bir şeyi elde etmek için acziyetine rağmen başına gelecek ‎olan tehlikeli şeyleri düşünmeden denize dalar ve bundan dolayı boğulursa ya da bir timsah ‎onu yerse bu durumda kaybedeceği şey, asıl olan hayatıdır. Hâlbuki o derinliklere ‎dalmadığında kaybedeceği şey, ihtiyacı olmadığı halde sadece hayatını daha çok rahat ‎ettirmek için kullanacağı şeylerdir. ‎
Şayet “Avamın kalbi, bunları düşünme ve manalarını araştırma arzusundan ‎vazgeçemezse bunun çözüm yolu nedir?” dersen sana şöyle derim:  ‎
Bunun yolu; avamın nefsini, Allah-u Teâlâ’ya ibadetle, namaz, Kur’an okuma ve zikirle ‎meşgul etmesidir. Bunları yapmayı gücü yetmiyorsa, o zaman bu cinsten olmayan dil, nahiv, ‎hat, tıp veya fıkıh gibi diğer ilimlerle; bunları da yapma imkânı yoksa çiftçilik ve dokumacılık ‎olsa bile basit bir meslek veya sanatla meşgul olmalıdır. Bütün bunlara yapmaya da güç ‎yetiremiyorsa o zaman oyun ve eğlence ile meşgul olmalıdır. Çünkü bunların hepsi, onun ‎uzak, derin, tehlikeli ve zararı çok büyük olan bu denize dalmasından daha hayırlıdır. ‎Avamın bilmeden Allah-u Teâlâ hakkındaki meselelere dalmasındansa bedeninin ‎masiyetlerle meşgul olması belki onun için daha az zararlıdır. Zira bedenî masiyetlerle ‎uğraşmanın neticesi fısktır. Fakat bu meselelere dalmanın sonucu şirktir. ‎
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:‎

إِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَا‏ ‏‎  ‎‏﴾٤٨﴿‏

‎“Muhakkak ki Allah kendisine (sıfat, fiil, hak veya yetkilerinde ya da ibadette) ortak ‎koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını (şirk dışındaki günahları) ise ‎‎(fazlıyla) dilediğine bağışlar (dilediğine de adaletiyle günahı miktarınca azap eder).” (el-Nisa: 48) ‎

‎"Avam, dini inançlarla ilgili meselelerde ancak delille mutmain olursa bu meselenin ‎delilini avama zikretmek caiz olur mu? Eğer buna caiz dersen avama bu deliller hakkında ‎düşünme ve araştırma ruhsatı vermiş olursun. Bu durumda avam ile avam olmayan ‎arasında ne fark kalır?" diye sorarsan buna cevap şöyledir: ‎
Ben avama yaratıcı, O'nun vahdaniyeti, rasulün doğruluğu ve ahiret gününü bilmekle ‎alakalı delillerin söylenmesini ancak iki şartla caiz görürüm:  ‎
Birincisi: Avama sadece Kur’an'da mevcut olan deliller zikredilmeli, onun dışında başka ‎bir şey zikredilmemelidir. ‎
İkincisi: Kur’an'dan zikredilen deliller üzerine ince teferruatıyla dalmamalı, derin ‎düşünmemeli, siyaktan istenilen manayı almalı, derin araştırmaya, teferruatlı ve detaylı ‎konulara girmemelidir. ‎
Bu dört mesele (yaratıcıyı, O’nun vahdaniyetini, rasulün doğruluğunu, ahiret gününü ‎bilmek) ile alakalı Kur’an’da zikredilen deliller: ‎
‎1- Yaratıcıyı bilmekle alakalı deliller:‎
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: ‎

قُلْ مَن يَرْزُقُكُم مِّنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ أَمَّن يَمْلِكُ السَّمْعَ والأَبْصَارَ وَمَن يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيَّتَ مِنَ الْحَيِّ ‏وَمَن يُدَبِّرُ الأَمْرَ فَسَيَقُولُونَ اللّهُ فَقُلْ أَفَلاَ تَتَّقُونَ‏ ﴾٣١﴿‏

‎“(Ey rasulüm! Müşriklere) De ki: “Size gökten (yağmur yağdırıp güneşi çıkararak) ve ‎yerden (çeşit çeşit ürünler bitirerek ve içinde yarattığı madenler vasıtasıyla) rızık veren ‎kimdir? Size verilen duyma ve görme yeteneğinin sahibi olan kimdir? Ölüden ‎diriyi çıkaran, diriden ölüyü çıkaran kimdir? Bütün kâinatı (en mükemmel şekilde) ‎düzene koyup idare eden kimdir?” Müşrikler: “Allah’tır.” diyecekler. Onlara: “O ‎halde niçin (Allah’ın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınarak) Allah’tan ‎hakkıyla korkmuyorsunuz (ve O’na şirk koşuyorsunuz)?” de.” (Yunus: 31)‎

أَفَلَمْ يَنظُرُوا إِلَى السَّمَاء فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا ‏وَزَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِن فُرُوجٍ‏ ﴿٦﴾‏ ‎وَالْأَرْضَ مَدَدْنَاهَا ‏وَأَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنبَتْنَا فِيهَا مِن كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ‏ ‏‏﴿٧﴾‏ ‎تَبْصِرَةً وَذِكْرَى لِكُلِّ عَبْدٍ مُّنِيبٍ‏ ﴿٨﴾‏ ‎وَنَزَّلْنَا مِنَ ‏السَّمَاء مَاء مُّبَارَكًا فَأَنبَتْنَا بِهِ جَنَّاتٍ وَحَبَّ الْحَصِيدِ‏ ‏‏﴿٩﴾‏ ‎وَالنَّخْلَ بَاسِقَاتٍ لَّهَا طَلْعٌ نَّضِيدٌ‏ ﴿١٠﴾‏
‎“(Öldükten sonra dirilmeyi yalanlayan) O kâfirler, üzerlerindeki göğe ibretle bakıp ‎düşünmediler mi; onu nasıl inşa ettik, (yıldızlarla) süsledik, hiçbir arıza ve çatlak ‎olmayacak şekilde mükemmel kıldık?! (İşte, göğü bu şekilde mükemmel olarak ‎yaratan yüce zat, elbette ölüleri diriltmekten aciz değildir.) Ve (hiç düşünmezler mi) ‎yeryüzünü de (insanlar rahat hareket etsin diye) nasıl yayıp uzattık, (sallanmasın diye) ‎oraya sağlam dağlar yerleştirdik ve orada hoşa giden, gönlü açan güzel ‎görünüşlü her bitkiden (dişi ve erkek olarak) çiftler bitirdik?! Bütün bunları, ‎Rabbine (ihlasla itaate) yönelen kullar için (mükemmel kudretimizi görsünler diye) ‎gönül gözünü açan deliller ve ibret verici öğütler olarak yarattık. Gökten ‎bereketli (çok faydalı ve hayırlı) bir su indirip onunla (ürün dolu) bahçeler meydana ‎getirdik ve hasat edilen taneli (buğday ve arpa gibi) bitkiler bitirdik. Bu su ile ‎üzerinde birbirine girmiş, küme küme tomurcukları olan boyları uzun hurma ‎ağaçları da bitirdik.” (Kâf: 6-10)‎

فَلْيَنظُرِ الْإِنسَانُ إِلَى طَعَامِهِ‏ ﴿٢٤﴾‏ ‎أَنَّا صَبَبْنَا الْمَاء ‏صَبًّا‏ ﴿٢٥﴾‏‏ ثُمَّ شَقَقْنَا الْأَرْضَ شَقًّا‏ ﴿٢٦﴾‏‏ فَأَنبَتْنَا فِيهَا ‏حَبًّا‏ ﴿٢٧﴾ ‏وَعِنَبًا وَقَضْبًا‏ ﴿٢٨﴾ ‏وَزَيْتُونًا وَنَخْلًا‏ ﴿٢٩﴾ ‏وَحَدَائِقَ غُلْبًا‏ ﴿٣٠﴾ ‏وَفَاكِهَةً وَأَبًّا‏ ﴿٣١﴾‏
‎“(Allah’ı birlemeyen o nankör) İnsan, yediği yemeğin nasıl meydana geldiğine bir ‎baksın! Muhakkak ki biz gökten su indirdik. Sonra bitkiler çıkararak yeryüzünü ‎yardık. Sonra yerden tahıllar (hububatlar) bitirdik. Üzümler ve sebzeler bitirdik. ‎Zeytin ve hurma ağaçları bitirdik. İçinde kalın gövdeli sık ağaçlar bulunan ‎bahçeler var ettik. Meyveler ve hayvanların yiyeceği otlar da bitirdik.” (Abese: 24-31)‎

أَلَمْ نَجْعَلِ الْأَرْضَ مِهَادًا‏ ﴿٦﴾ ‏وَالْجِبَالَ أَوْتَادًا‏ ﴿٧﴾ ‏وَخَلَقْنَاكُمْ أَزْوَاجًا‏ ﴿٨﴾ وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا‏‏ ﴿٩﴾ ‏وَجَعَلْنَا اللَّيْلَ لِبَاسًا‏ ﴿١٠﴾ ‏وَجَعَلْنَا النَّهَارَ مَعَاشًا‏ ‏‏﴿١١﴾ ‏وَبَنَيْنَا فَوْقَكُمْ سَبْعًا شِدَادًا‏ ﴿١٢﴾ ‏وَجَعَلْنَا سِرَاجًا ‏وَهَّاجًا‏ ﴿١٣﴾ ‏وَأَنزَلْنَا مِنَ الْمُعْصِرَاتِ مَاء ثَجَّاجًا‏ ﴿١٤﴾ ‏لِنُخْرِجَ بِهِ حَبًّا وَنَبَاتًا‏ ﴿١٥﴾ ‏وَجَنَّاتٍ أَلْفَافًا‏ ﴿١٦﴾‏
‎“(Ey rasulümüzü ve getirdiği Kur’an’ı inkâr eden kâfirler! Size nimet olarak) Yeri, ‎üzerinde rahatça yürüyüp yaşayabileceğiniz bir şekilde yaymadık mı? (Yeryüzünün ‎sallanmaması için üzerine) Dağları direk olarak yerleştirmedik mi? Sizleri de çift ‎çift yaratmadık mı? Uykunuzu, rahatlamanız için bir sebep kılmadık mı? Geceyi, ‎sizi bir elbise gibi örten dinlenme vakti kılmadık mı? Gündüzü, yaşamanız için ‎gerekli şeyleri elde edesiniz diye aydınlatmadık mı? Göğü, yedi kat olarak ‎sapasağlam bir tavan şeklinde üzerinize bina etmedik mi? Güneşi, (gökte) ‎devamlı yanıp parlayan bir kandil kılmadık mı? Size, hem hububatlar (tahıllar) ve ‎sebzeler bitirmek hem de içinde sık ağaçlar bulunan bahçeler var etmek için ‎yağmur bulutlarından, şarıl şarıl akan bir su indirmedik mi?” (el-Nebe: 6-16) ‎
Bunlara benzer ayetlerin sayısı 500’e yakındır. Bunları “Cevâhiru’l-Kur’ân” kitabında ‎topladık. İşte yaratıcının azameti ve yüceliğinin bu gibi ayetlerle anlaşılması gerekir, kelam ‎âlimlerinin sözleriyle değil. ‎
Örneğin kelamcılar şöyle derler: “Arazlar hâdistir (sonradan meydana gelmiştir). ‎Cevherler, mutlaka araza sahiptir; arazlar hâdis olduğuna göre cevherler de hâdistir. Bunu ‎ispat ettikten sonra, mutlaka hâdislerin bir var ediciye ihtiyacı olduğu anlaşılmış olur.” İşte ‎bu gibi taksimat, mukaddime ve kaidelerle anlatım yapmak ve bunları delilleriyle ispat ‎etmeye kalkışmak, avamın kalbine ağır gelebilir. Dolayısıyla anlamadığı için mutmain ‎olmayabilir. Kur’an'daki deliller ise avamın anlayışına daha yakın ve anlaması açısından ‎daha kolaydır; üstelik nefislerine daha çok etki eder ve nefislerini teskin edip mutmain kılar, ‎kalplerine de kesin inançları eker.  ‎

‎2- Allah-u Teâlâ’nın vahdaniyetini anlatmak için Kur’an’daki ayetler kişiyi ikna ‎eder. Bu konuyla alakalı delillerden bazıları şunlardır: ‎

Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: ‎
لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ إِلَّا اللَّهُ لَفَسَدَتَا‏ ﴿٢٢﴾‏
‎“O ikisinde (yerde ve gökte) Allah’tan başka gerçek ilahlar olsaydı muhakkak ‎düzenleri bozulup yok olurlardı.” (el-Enbiya: 22) ‎
İdare etmede birkaç yöneticinin bulunması, idarenin bozulmasına sebep olur.‎

قُل لَّوْ كَانَ مَعَهُ آلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ إِذًا لاَّبْتَغَوْاْ إِلَى ‏ذِي الْعَرْشِ سَبِيلاً‏ ﴿٤٢﴾‏
‎“Ey rasulüm! (Seni yalanlayan) O müşriklere de ki: “Eğer sizin (iftira atıp) iddia ‎ettiğiniz gibi Allah ile beraber tapılmayı hak eden gerçek ilahlar olsaydı o zaman ‎bu ilahlar, arşın sahibi olan Allah’tan mülkünü almak için yol ararlardı.”‎ (el-İsra: 42)‎

مَا اتَّخَذَ اللَّهُ مِن وَلَدٍ وَمَا كَانَ مَعَهُ مِنْ إِلَهٍ إِذًا لَّذَهَبَ ‏كُلُّ إِلَهٍ بِمَا خَلَقَ وَلَعَلَا بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ‏ ﴿٩١﴾‏

‎“Bilin ki (kâfirlerin iddia ettiği gibi değil) Allah çocuk edinmemiştir, O’nunla ‎beraber tapılmayı hak eden gerçek ilah da yoktur. Eğer O’nunla beraber hak ‎ilahlar olsaydı her biri yarattığı halkını kendisine ibadet ettirmek için alır ve ‎muhakkak birbirine üstün olmaya çalışırdı (işte böyle bir şeyin olmadığı kesin ve açık ‎delillerle görüldüğü için Allah’ın tek hak ilah olduğu ve ibadet edilmeye sadece O’nun layık ‎olduğu sabit olmuştur). Muhakkak ki Allah; her türlü noksan sıfatlardan, ‎mahlukata benzemekten, müşriklerin Allah’a isnat ettiği çocuk ve ortaklardan ‎münezzeh ve yücedir.” el-Mu’minun: 91)‎

‎3- Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in doğruluğuna dair deliller: ‎

Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: ‎

قُل لَّئِنِ اجْتَمَعَتِ الإِنسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَن يَأْتُواْ بِمِثْلِ هَذَا ‏الْقُرْآنِ لاَ يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا‏ ‏‏﴿٨٨﴾‏
‎“Ey rasulüm! (Getirdiğin bu Kur’an’ı uydurup da Allah’a isnat ettiğini söyleyen) O ‎müşriklere de ki: “Muhakkak ki bütün insanlar ve cinler bu Kur’an’ın benzerini ‎getirmek için bir araya toplansalar bile asla onun bir benzerini getiremezler, ‎hatta bu konuda hepsi birbirine yardım etse yine de onun bir benzerini ‎getiremezler.” (el-İsra: 88)‎

وَإِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُواْ ‏بِسُورَةٍ مِّن مِّثْلِهِ‏ ﴿٢٣﴾‏
‎“Eğer kulumuza (Muhammed'e) indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, onun bir ‎suresinin benzerini de siz getirin.” (el-Bakara: 23)‎

فَأْتُواْ بِعَشْرِ سُوَرٍ مِّثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ﴾١٣﴿‏ ‎
‎“(Bu sözünüzü ispat etmek istiyorsanız) Siz de onun benzeri olan uydurulmuş on ‎sure meydana getirin.” (Hud: 13)‎
Bu ve benzeri ayetler, Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in doğru sözlü olduğuna apaçık ‎bir şekilde delalet eder.‎

‎4- Ahiret gününün varlığını ispata delalet eden deliller: ‎
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:  ‎
وَضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَنَسِيَ خَلْقَهُ قَالَ مَنْ يُحْيِي الْعِظَامَ وَهِيَ ‏رَمِيمٌ‏ ﴿٧٨﴾ ‏قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ ‏خَلْقٍ عَلِيمٌ‏ ﴿٧٩﴾‏
‎“(Hak kendisine geldiği halde küfründe ve şirkinde ısrar eden) O kafir, kendisinin ‎yoktan yaratıldığını unuttu da (öldükten sonra dirilme olmayacağını ispat etmek için ‎çürümüş kemikleri) bize karşı delil göstererek şöyle dedi: “Bu kemikleri ‎çürüdükten sonra kim canlandırabilir ki?!” Ey rasulüm! Sen ona şöyle cevap ‎ver: “Bu çürümüş kemikleri ilk defa yaratan, elbette onlara tekrar can verir ‎‎(çünkü ilk defa yaratan, tekrar can vermekten aciz olmaz). Muhakkak ki O, bütün ‎yaratılanlar hakkında her şeyi (en ince ayrıntısına kadar) bilendir (hiçbir şey O’na gizli ‎kalmaz).”‎ (Yasin: 78-79)‎

أَيَحْسَبُ الْإِنسَانُ أَن يُتْرَكَ سُدًى‏ ﴿٣٦﴾ ‏أَلَمْ يَكُ نُطْفَةً مِّن ‏مَّنِيٍّ يُمْنَى‏ ﴿٣٧﴾ ‏ثُمَّ كَانَ عَلَقَةً فَخَلَقَ فَسَوَّى‏ ﴿٣٨﴾ ‏فَجَعَلَ ‏مِنْهُ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْأُنثَى‏ ﴿٣٩﴾ ‏أَلَيْسَ ذَلِكَ بِقَادِرٍ ‏عَلَى أَن يُحْيِيَ الْمَوْتَى‏ ﴿٤٠﴾‏
‎“Yoksa insan, (kendisine hiçbir sorumluluk yüklenmeden) başıboş bırakılacağını ‎mı zannediyor?! Bu insan, bir gün (ana rahmine) akıtılan meninin içinde bir nutfe ‎‎(sperm) değil miydi?! Sonra (bu nutfe) alaka (sperm ile döllenmiş kadın yumurtası olan ‎zigot) haline gelir, nihayet Allah onu düzgün bir insan suretinde yaratıp ‎şekillendirir. Sonra da ondan erkek ve dişi olmak üzere iki eş var eder. Bütün ‎bunları yapmaya kâdir olan Allah, (dünyada yaptıklarının hesabını sormak için) ölüleri ‎diriltmeye kâdir değil midir?! (Elbette kâdirdir.)” (el-Kıyame: 36-40)‎

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّنَ الْبَعْثِ فَإِنَّا ‏خَلَقْنَاكُم مِّن تُرَابٍ ثُمَّ مِن نُّطْفَةٍ ثُمَّ مِنْ عَلَقَةٍ ثُمَّ مِن مُّضْغَةٍ ‏مُّخَلَّقَةٍ وَغَيْرِ مُخَلَّقَةٍ لِّنُبَيِّنَ لَكُمْ وَنُقِرُّ فِي الْأَرْحَامِ مَا ‏نَشَاء إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى ثُمَّ نُخْرِجُكُمْ طِفْلًا ثُمَّ لِتَبْلُغُوا أَشُدَّكُمْ ‏وَمِنكُم مَّن يُتَوَفَّى وَمِنكُم مَّن يُرَدُّ إِلَى أَرْذَلِ الْعُمُرِ لِكَيْلَا ‏يَعْلَمَ مِن بَعْدِ عِلْمٍ شَيْئًا وَتَرَى الْأَرْضَ هَامِدَةً فَإِذَا أَنزَلْنَا ‏عَلَيْهَا الْمَاء اهْتَزَّتْ وَرَبَتْ وَأَنبَتَتْ مِن كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ‏ ‏‏﴿٥﴾‏

‎“Ey insanlar! Eğer öldükten sonra sizi diriltmeye kâdir olduğumuz konusunda ‎şüpheniz varsa (yaratılışınızı ibretle düşünün), biliniz ki biz sizi (babanız Âdem’i) ‎topraktan yarattık. Sonra da (onun zürriyetini erkeğin kadının rahmine akıttığı) bir ‎nutfeden (meni içindeki spermden), sonra (kadının rahmine dökülen bu nutfenin kadının ‎yumurtasıyla birleşmesi sonucu oluşan) alakadan (kan pıhtısı şeklindeki zigottan), sonra ‎‎(bu alakanın rahme yapışıp gelişmesiyle meydana gelen) mudgadan (bir çiğnem et ‎parçasından) yaratıyoruz; işte bu mudga ya rahimde yerleşip gelişir ve ondan canlı ‎meydana gelir ya da gelişemez ve ana rahminden dışarı atılır. Size kudretimizi ‎beyan etmek için insanları böyle merhaleli olarak yaratıyoruz. Sonra bu cenini ‎‎(embriyoyu), tayin ettiğimiz vakitte canlı bir bebek olarak doğuncaya kadar ‎rahimlerde sağlam bir şekilde yerleştiririz. Sonra sizi, ana rahminden bebek ‎olarak çıkarırız. Sonra çocukluktan, mükemmel bir kuvvet ve akıl sahibi ‎oluncaya kadar gelişirsiniz. Kiminiz bu çağa ulaşmadan önce ölür, kiminiz de ‎ölmeyip çok yaşlanır ve çocuktan daha kötü bir duruma gelir; öyle ki daha önce ‎bildiği şeyleri bilmez olur. (Ey insan, şunu da düşün!) Yeri kurumuş (bitkisiz) olarak ‎görürsün; ona su indirdiğimizde (bitki çıkarırken) toprağı yarılır ve kabarır, ‎böylece her bitkiden hoşa giden, güzel görünüşlü (erkek ve dişi) çiftler çıkarır.” (el-Hacc: 5)‎

فَإِذَا أَنزَلْنَا عَلَيْهَا الْمَاء اهْتَزَّتْ وَرَبَتْ إِنَّ الَّذِي ‏أَحْيَاهَا لَمُحْيِي الْمَوْتَى إِنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ‏ ﴿٣٩﴾‏
‎“Allah'ın (birliğini, yüceliğini, mükemmel kudretini ve ölüleri diriltmeye kâdir olduğunu ‎gösteren) ayetlerinden biri de şudur: Yeri sakin (bitkisiz ve cansız) olarak görürsün. ‎Ona su indirdiğimizde toprak, (içindeki tohum yeşerdiği için) harekete geçip ‎kabarır. Muhakkak ki yeri ölü iken canlandıran yüce Allah, elbette ölüleri de ‎‎(hesap sormak için) diriltir. Şüphesiz O, her şeye kâdir olandır (hiçbir şey O’nu ‎dilediğini yapmaktan aciz bırakamaz).” (Fussilet: 39)‎

Bu ve buna benzer ayetler çoktur, Kur’an'daki deliller yeterlidir, Kur’an dışında başka bir ‎delil eklemeye gerek yoktur.‎
Eğer şöyle denilirse: “Kur’an’da zikredilen bu ve benzeri ayetlerin avama anlatılmasına ‎izin veriliyor fakat avamın bunlar dışındaki kelam âlimlerinin sunduğu delillere bakması ‎engelleniyor. Hâlbuki bu her iki tür delilin delaleti de akıl, bakma ve düşünmeyle idrak ‎ediliyor. Eğer avama delilleri düşünme ve onlara bakma kapısını açıyorsan ya tamamen ‎açarsın böylece avamın düşünmesi ve bakması bütün delilleri kapsasın ya da tamamen ‎kapatırsın ve avamı delilsiz olarak taklit etmekle mükellef kılarsın.” Buna şöyle cevap verilir:‎

Deliller iki kısma ayrılır: ‎
‎1.
Anlaşılması için tefekkür ve tetkike ihtiyacı olan deliller,‎
‎2. Herkesin ilk bakışta kolaylıkla idrak edeceği, anlaşılması kolay ve açık olan deliller.‎
İkinci tür delilleri avama sunmakta bir tehlike yoktur. Ama ince düşünmeye ve tetkike ‎ihtiyacı olan deliller avamın gücünü aşar; bu sebeple ona sunmamak gerekir. Kur’an’ın ‎delilleri gıda gibidir; bütün insanlar ondan faydalanır. Kelam âlimlerinin delilleri ise ilaç ‎gibidir; ancak belli insanlar ondan fayda alır, çoğu insan ise ihtiyacı olmadığı halde alırsa ‎zarar görür. Hatta diyebiliriz ki Kur’an’ın delilleri su gibidir; ondan hem süt emen çocuk ‎faydalanır hem de kuvvetli bir adam faydalanır. Kelam âlimlerinin sunduğu deliller ise ‎yemek gibidir; bünyesi kuvvetli olanlar ondan bazen istifade ettiği gibi bazen bundan dolayı ‎hastalığa yakalanır ve asla bu gibi yemekten süt emen çocuklar fayda alamaz. Bundan dolayı ‎şöyle dedik: Kur’an’ın açık delilleri bile olsa avam, kendisine okunduğunda açık olan söz gibi ‎güzelce dinlesin; derine inmesin, inceliğini araştırmasın ve hakkında tartışmaya girmesin. ‎Siyakın zahirinden anlaşılması gereken ne ise öyle anlasın ve nefsine bunun inceliğini ve ‎teferruatlı olan meseleleri yüklemesin.   ‎
Açık olan meselelere şunu örnek verebiliriz: Yoktan var etmeye kadir olan, ‎varlığından sonra yok olan bir şeyi tekrar diriltmeye de elbette kadirdir. Allah-u Teâlâ’nın şu ‎sözünde buyurduğu gibi: ‎

وَهُوَ الَّذِي يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ أَهْوَنُ‏ ﴿٢٧﴾‏
‎“(Bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan) Allah, mahlukatı örneksiz yaratan ve ‎ölümlerinden sonra onları diriltendir. Öldükten sonra diriltmek, elbette ilk defa ‎yaratmaktan kolaydır (şüphesiz Allah’a ikisi de kolaydır).” (el-Rum: 27)‎

Başka bir örnek: Bir ev dahi iki idareci olduğunda düzene girmiyor (karışıklıklar ‎oluyor) ise o zaman iki idareciyle bütün âlem nasıl düzene girer?! ‎
Başka bir örnek: Şu bir gerçektir ki yaratan, yarattığı şeyi bilir. Bu, herkesin kabul ettiği ‎bir şeydir. Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğu gibi: ‎
أَلَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ‏ ﴿١٤﴾‏
‎“Bütün mahlukatı yaratan (Allah), gaybleri (gizli olanları) bilmez mi?!” (el-Mülk: 14) ‎
İşte bu gibi deliller, avam için Allah-u Teâlâ’nın kendisiyle her şeye hayat verdiği su ‎gibidir. Kelam âlimlerinin sundukları deliller ise bundan başkadır. Çünkü onların sundukları ‎deliller meselenin inceliğine bakar, soru sorup problem ve müşkil üretir, sonra da bunları ‎çözmeye uğraşır. İşte böyle yapmak bidattir (çünkü sahabelerin yapmadığı bir şeydir) ve bu ‎şeylerin halkın çoğuna olan zararı açıktır. Dolayısıyla böyle yapmamak, bundan uzak durmak ‎gerekir. Böyle yapmanın halkın çoğuna zararlı olduğunun delili ise görünen vakıalar ve ‎tecrübeyle sabittir. Kelam âlimleri ortaya çıktığından beri ve kelam ilminin sanatı yayıldıktan ‎sonra ortaya çıkan zararlı etki bunu gösterir. Hâlbuki sahabe asrında bu gibi zararları ‎görmemekteyiz. Bunun zararlı olduğunun bir başka delili ise ne Rasulullah sallAllahu aleyhi ve ‎sellem’in ne de sahabelerin bu yola başvurmuş olmalarıdır. Onlar kelam âlimlerinin takip ‎ettiği yolu takip etmediler; yaptıkları taksimat ve tetkikler gibi yapmadılar. Böyle ‎yapmamalarının sebebi kelam âlimleri gibi hareket etmekten aciz olduklarından değildir. ‎Bilakis, faydalı olduğunu bilselerdi bu meselelere yönelirler ve üzerinde çokça dururlardı. ‎Hatta miras meselelerine ve inceliklerine daldıklarından daha fazla bu meselelerin delilleri ‎ve inceliklerine dalarlardı. ‎

Açıklama:
İmam Gazali buraya kadar avama vacip olan beş vazifeyi detaylı bir şekilde açıklamıştır. ‎Bunları şu şekilde özetleyebiliriz: ‎
‎1- Takdis etmek: Allah-u Teâlâ’yı cisim ve cisme tabi olan (cevher, araz gibi) şeylerden ‎tenzih etmek. ‎
‎2- Tasdik etmek: Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in söylediği söze iman etmek; ‎söylediği sözün onun kastettiği mana yönüyle hak olduğuna ve onun ancak doğruyu ‎söylediğine inanmak.‎
‎3- Acziyetini itiraf etmek: Allah hakkındaki müteşabih haberlerde kastedilen manayı ‎bilmenin gücünü aşan bir konu olduğunu ve bu manayı araştırmakla mükellef olmadığını ‎itiraf ve ikrar etmek.‎
‎4- Susmak: Müteşabih haberlerin manası hakkında soru sormayıp bu işe dalmamak; ‎soru sormanın bidat olduğunu, bu meseleye dalmanın dini açıdan tehlikeli olduğunu ve hiç ‎fark etmeden kişiyi küfre sokabileceğini bilmek.‎
‎5- Kendini tutmak: Müteşabih haberlerde geçen lafızlar üzerinde dille ilgili herhangi ‎bir değiştirme, lafzı başka dile çevirme, harf ekleme, harf çıkarma yapmamak, farklı ‎yerlerde zikredilen müteşabih lafızları bir araya toplamamak ve lafzı, içinde geçtiği ‎cümleden ayırıp tek olarak zikretmemek, lafız nasıl geçmişse o şekilde muhafaza etmek.‎
İşte bu beş vazifeden sonra avamın yerine getirmesi gereken altıncı vazife; kalbini, ‎müteşabih naslar hakkında düşünmekten engellemesidir. Ve bu, en ağır olan vazifedir. ‎Çünkü bu konuda şeytan boş durmaz ve kişi istemediği halde onun aklına ve kalbine getirir. ‎
Avam Kur’an veya sünnette müteşabih bir nas okuduğunda eğer nassın siyakından ‎Allah’a layık olan manayı anlayamıyorsa ve bu nassın zahiri manası sarih aklın kabul ‎etmediği veya muhkem ayetlere zıt ya da şeriatın ittifak edilmiş temel kaidelerine muhalif ‎bir mana ise yapması gereken ilk şey, bu zahiri mananın kastedilmediğine kesin bir şekilde ‎inanmaktır. Aynı şekilde avamın, bu nastan mutlaka Allah’a layık olan bir mana ‎kastedildiğine ve bu manayı bilmekle mükellef olmadığına da inanması gerekir. Yine, nasta ‎geçen şüpheli lafız üzerinde ister Arapça olan başka lafızla değiştirmek ister başka dile ‎çevirmek olsun, ister tevil etmek ister ona kıyasla teferruat yapmak olsun, ister harf ekleyip ‎çıkarma ister hareke ve irapta değiştirme olsun, isterse müteşabih lafızlarla bir araya ‎toplama ya da siyakından ayırma olsun, herhangi bir tasarruf yapmaması gerekir. Altıncı ‎vazife olarak da bu nassın manasının ne olduğu konusunda aklını ve kalbini meşgul ‎etmemelidir. Çünkü ona bir fayda sağlamadığı gibi zararı da olabilir. Ayrıca Allah’ın ‎kastettiği manayı anlamaktan aciz olduğu gibi bu sözün manasını bilmesine ihtiyacı da ‎yoktur. ‎
İmam Gazali rahmetullahi aleyh altıncı vazifenin ağırlığını fakat yerine getirilmediğinde ‎düşülecek tehlikeyi, şöyle bir misal üzerinden anlatıyor: İnsan tabiatı, denize dalıp dibindeki ‎değerli taşları, cevherleri çıkarmak ister. Ancak kişi kronik acziyete sahipse denize girmek ‎onun için son derece tehlikelidir. Bu sebeple denize girip bu değerli taş ve cevherlere ‎ulaşma hayali kurmaması, bunları elde edebileceğine dair kendisini kandırmaması gerekir. ‎Daima bu konudaki acziyetini hatırında tutmalı ve bu acziyetine rağmen denizin dibindeki ‎değerli taşları elde etmek için denize daldığında uğrayabileceği o büyük zarar ve tehlikeyi ‎düşünmesi gerekir. Üstelik denizin dibindeki değerli ve nefis taşları elde etmediğinde ona ‎maddi açıdan herhangi bir zarar gelmeyecek, sıkıntıya düşmeyecektir; elde ederse sadece ‎refah düzeyi artacaktır. İhtiyacı olmadığı, elde etmediği takdirde zarara uğramayacağı bir ‎şeyi elde etmek için denize dalan aciz kimse bundan dolayı boğulur ya da timsah saldırısına ‎uğrarsa kaybedeceği asıl şey hayatı olacaktır. Oysa bunu yapmasaydı değil hayatı, ihtiyacı ‎olduğu herhangi bir şeyi bile kaybetmiş olmayacaktı, sadece daha rahat hayat sürmesine ‎vesile olacak bir şeyi elde etmemiş olacaktı. Menfaatini düşünen bir kişi, asla yapamayacağı ‎bir şeyi yapmaya kalkışmaz, bilhassa bu işi yaptığında elde edeceği şeye ihtiyacı yoksa. Eğer ‎elde etmeye kalktığında acziyetinden dolayı helake düşerse, ki bu çok yüksek bir ihtimaldir, ‎bu durumda ne istediğini elde etmiş ne de canını korumuş olur. ‎
Bu şekilde İmam Gazali altıncı vazife gereği ne yapılması gerektiğini bildirdikten sonra ‎şöyle bir soru ortaya atıp onun ilacını vermektedir. Soru şöyledir: “Elbette kişinin yapması ‎gereken kalbini, zihnini bu müteşabih lafızların manası konusunda meşgul etmemesidir ‎fakat bu, insanın elinde değildir ve şeytan kişi istemediği halde aklına getirebilir. Ayrıca bazı ‎insanlar tabiat olarak gizli şeyleri araştırmaya meyyaldir. Böyle olan bir kişinin ne yapması ‎gerekir?”‎
İmam Gazali bu probleme şöyle bir çözüm yolu getiriyor: Eğer kişi böyle bir duruma ‎müptela olmuşsa öncelikle kendisine faydalı olan şeylerle meşgul olur; namaz kılar, Kur’an ‎okur, zikir yapar. Bunları yapamıyorsa daha hafif olan, insanın daha istekli olacağı dil, hat, ‎tıp gibi ilimlerle uğraşır. Bunu da yapamıyorsa dünyevi bazı sanatlarla meşgul olur, eğer ‎buna da gücü yetmezse nefse daha hafif gelen şeylerle meşgul olur; oyun oynar, eğlenceye ‎dalar. İmam Gazali’nin bu uğraşları sayarken ulaşmak istediği gaye; kişinin bu vesveseleri ‎uzaklaştırmak, aklına getirmemek için elinden geleni yapmasıdır. Çünkü avamın aklına ‎müteşabih sözün manasının ne olduğuna dair bir merak düşer ve üzerine düşünürse çok ‎büyük bir tehlike söz konusudur zira bu işin sonunda şirke girme ihtimali vardır. Şüphesiz ‎şirke düşmekten daha kötü bir durum yoktur. Bu sebeple günah şeylerle bile meşgul olması, ‎bu gibi şeyleri düşünmekten onun için daha ehvendir. Çünkü günahın şirk kadar zararı ‎yoktur. İmam Gazali de verdiği misallerle bunun ne kadar tehlikeli olduğunu beyan ‎etmektedir.‎
Sonra başka bir soru daha ortaya atıyor: “Avam dediğiniz gibi yapsın fakat ona nasıl ‎inanması gerektiğine dair delil verilmezse nefsi sakin olmaz, devamlı düşünür. Bu durumda ‎ne yapılmalıdır? Eğer delil söylemeye caiz dersen delili anlamak için düşünmesi gerekecek. ‎Bu durumda avamın avam olmayan insanlardan ne farkı olacak? Diğerleri de delil ‎aldıklarında düşünecek, avam da delil verirsen düşünecek.”‎
İmam Gazali rahmetullahi aleyh soruya cevaben, avama delil verilmesini her konuda değil; ‎yaratıcıyı bilmek, yaratıcının bir olması, rasulün tebliğinde doğru söylemesi ve ahiret günü ‎ile ilgili konularda caiz gördüğünü ve yine delilin ancak şu iki şarta riayet edildiği takdirde ‎verilmesini caiz gördüğünü söylemektedir: Birincisi, avama verilen delil Kur’an’dan ve açık ‎olan ayetlerden olmalı, bunların dışında bir şey söylenmemelidir; ikinci şart ise verilen ‎deliller üzerinde avamın derine inmemesi, delillerin ince manalarını araştırmaması ve ‎siyaktan zahirine bakıp geçmesi gerekir. ‎
Akabinde İmam Gazali rahmetullahi aleyh yaratıcıyı bilmekle alakalı Kur’an’daki delillerden ‎bazılarını zikredip şöyle diyor: “Bunlar avam için delil olarak yeterlidir. Mütekellim âlimlerin ‎sunduğu derin ve geniş akla ihtiyacı olan delillere hiç gerek yoktur. Çünkü avam bunu ‎anlamayabilir, dolayısıyla kaldıramaz ve şüpheye düşer. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim’in delilleri ‎çok açık, herkesin anlayabileceği kadar basit ve kalbe yakın olan delillerdir.” Bu açıklamanın ‎ardından vahdaniyet, Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in doğru söylediği ve ahiret günü ile ‎alakalı Kur’an’dan deliller zikrediyor ve bu gibi delillerin Kur’an’da çok olduğunu, avama ‎delil verilecekse sadece bunların verileceğini ve bunda bir sakınca olmadığını ifade ediyor.  ‎
Sonra şöyle bir soru daha ortaya atıyor: “Mütekellim âlimlerin sunduğu deliller akli ‎delillerdir, düşünüldüğünde idrak edilebilir. Avama Kur’an-ı Kerim’de geçen deliller ‎verilirse avam bunlar üzerinde de düşünecek. Eğer avama Kur’an delilleri üzerine düşünme ‎kapısı açılıyorsa neden bu düşünme kapısı tamamen açılıp da bütün delilleri kapsamıyor ve ‎avamı taklide zorluyoruz?” ‎
İmam Gazali bu soruya delillerin iki kısma ayrıldığını belirterek cevap veriyor: Bazı ‎delilleri anlamak için araştırmak ve incelemek gerekir. Mütekellim âlimlerin delilleri de ‎böyledir. Bu tür delillerin herkese faydası olmaz çünkü bunlar ilaç gibidir; ancak hasta ‎insanlara yani belli kişilere faydası olur, hasta olmayan insanlara ise zararlı olabilir. Bazı ‎deliller ise açık ve net olup herkes için faydalıdır. İşte Kur’an’ın delilleri böyledir ve su gibi ‎herkese faydalıdır. Ondan hem süt emen çocuk faydalanır hem de kuvvetli, yetişkin olan ‎kimse faydalanır. İşte avama sadece bu delilleri sunabiliriz. Ancak avamın Kur’an delilleri ‎üzerinde de derine girmemesi, ince araştırma yapmaması gerekir çünkü bunu kaldıramaz. ‎
Akabinde İmam Gazali Kur’an delillerinin nasıl açık ve herkes için faydalı olduğuna dair ‎birkaç misal zikrediyor. Kelam âlimlerinin sunduğu delilleri ise herkesin anlayamayacağını, ‎bundan dolayı zarar söz konusu olacağını belirtip bu durumu kendi asrında müşahede ‎ettiğini, dolayısıyla bu delillerin herkese verilmemesi gerektiğini bildirerek avamın ‎sahabelerin yolundan gitmesi gerektiğini öğütlüyor.‎
Kayıtlı
Alkame
Yönetici
******
Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 1174


« Yanıtla #1 : 03 Ocak 2019, 00:33:02 »


Metin:‎

‎“Evet, sahabeler kelam âlimlerinin yaptıkları gibi yapmadılar. Bunun sebebi, buna ihtiyaç ‎duymamalarıdır. Çünkü bidatler onların devrinden sonra yayıldı. Bundan dolayı ‎müteahhirin âlimleri, kelam âlimlerinin delillerine ve takip ettikleri yola daha fazla ihtiyaç ‎duymaya başladı. Kelam ilmi ise bidat hastalığına tutulmuş olanlara ilaç verme, onları ‎iyileştirme ilmidir. Sahabelerin devrinde bidat hastalığı azdı; bundan dolayı sahabeler, ‎iyileştirme yollarının hepsine önem vermediler.” denilirse buna iki şekilde cevap verilir: ‎
Birincisi: Sahabeler miras ile alakalı meselelerde sadece vuku bulan olayın hükmünü ‎açıklamakla yetinmeyip aksine yıllar geçse bile, belki benzeri gerçekleşmeyecek meseleleri ‎dahi ihtimal dâhilinde görüp hükümlerini açıkladılar. Onlar bu konularda derine inmede ve ‎daha olay gerçekleşmeden hükmünü açıklamada bir zararın vuku bulmayacağını ‎bildiklerinden dolayı, gerçekleşmesini imkân dâhilinde gördükleri meselelerin ilmini, daha o ‎mesele vuku bulmadan önce tasnif edip düzenlediler. Bidatleri ortadan kaldırıp nefislerden ‎uzaklaştırmak miras meselesinden daha önemli bir mesele olduğu halde bu konuda, olay ‎vuku bulmadan önce farz edip hükmünü beyan etmeyi meslek haline getirmediler. Çünkü ‎onlar bu meselelere dalmanın zararının, menfaatinden daha fazla olduğunu çok iyi ‎biliyorlardı. Eğer onlar bu meselelere dalmamaları gerektiği konusunda uyarılmayıp bunun ‎haram olduğunu anlamış olmasalardı bu meseleye dalmaktan bir an bile geri durmazlardı. ‎
İkincisi: Sahabeler, Yahudi ve Hristiyanlarla girdikleri tartışmalarda Rasulullah sallAllahu ‎aleyhi ve sellem’in nübüvvetini ispat etmek, yeniden dirilişi inkâr edenlere dirilişin var ‎olduğunu ispatlamak için başka delillere ihtiyaçları olduğu halde, akidenin temellerini ‎oluşturan Kur’an delillerine ilave yapmadılar. Onlar bu delillerle ikna olanları Müslüman ‎olarak kabul ediyor, ikna olmayanlara ise savaş açıyorlardı. Kur’an delillerini açıkladıktan ‎sonra ikna olmayan kimselere karşı kılıç ve mızrağa başvuruyorlardı. Onlar zor olan yollara ‎başvurup akli kıyaslar yaparak mukaddimeler ve tartışma yolları tertip etmek için bu ‎tartışma yollarının metot ve yöntemlerini kendilerine kolaylaştırma çabasına girmediler. ‎Bütün bunların fitne uyandırma, akılları karıştırmanın ana kaynağı olduğunu bildikleri için ‎bunlardan uzak duruyorlardı. Kur’an delilleriyle ikna olmayan kişiye sadece kılıç ve mızrak ‎haddini bildirir. Zira Allah-u Teâlâ’nın apaçık beyanından başka bir beyana ihtiyaç yoktur. ‎
İnsaflı davranmamız gerekirse şu durumu göz ardı edemeyiz: Hastalık arttıkça tedavi ‎için kullanılacak ilaçlara duyulan ihtiyaç da daha çok artar. Nübüvvet asrından uzaklaştıkça ‎problemler ve şüpheler elbette artmıştır. Bunun ilacı ise iki yolla olur: ‎
Birincisi: Akli delillerle açıklama yoludur. Bu yolla hasta olan üç kişiden biri ıslah olsa da ‎kalan iki kişi ıslah olmaz. Islah olan kişi zeki olan kişidir, ıslah olmayanlar ise zeki olmayan ‎kişilerdir. Ve insanların geneline baktığımızda çoğu zeki değildir, zeki olanlar ise azdır. Buna ‎göre sayısı çok olanlara önem vermek daha evladır. Dolayısıyla bu yol her zaman için uygun ‎bir yol değildir.  ‎
İkincisi: Selefin yoludur. Bu, sıfatla ilgili müteşabih (zahiren teşbihi çağrıştıran) haberler ‎hakkında yorum yapmayıp susmak ve manasını Allah’a havale etmektir. Buna uymayan ‎kişiye sopa, kırbaç ya da kılıç kullanılır. Bu metotla her ne kadar az sayıda kişi ikna olmasa ‎da insanların çoğu ikna olur. ‎
Bu yolun ikna edici olduğunun delili: Kâfirlerden esir alınıp da köle ve cariye ‎edinilen kimselerin, öncesinde kılıçların gölgesi altında Müslüman olduklarını görürsün. ‎Sonra girdikleri bu dine bir süre zoraki devam ederler, zamanla zoraki kabul ettikleri İslam’ı ‎isteyerek kabul etmeye başlarlar. Başlangıçta riya ve şüphe ile inandıkları şey, onlarda kesin ‎ve şüphesiz bir inanca dönüşür. Bunun sebebi; İslam dinine bağlı olanlarla haşir neşir olup ‎onları görmeleri, onlarla iç içe olup yakınlık kurmaları, Allah’ın kelamı olan Kur’an-ı Kerim’i ‎duymaları, salih kişileri görüp onlarla ilgili haberleri dinlemeleri ve bu cinsten olan diğer ‎şeyler onların tabiatlarına, cedelleşme ya da akli delil sunma yolundan daha uygundur. ‎Zikredilen bu iki ilaçtan biri, bir kavme uygun olup diğerine uygun olmadığına göre ‎çoğunluğa uygun olan ilacı tercih etmek gerekir (bu ise ikinci ilaçtır). Ruhu’l-Kudüs ile ‎desteklenen, diğer kulların bilmediği ilahi sırlara vakıf olan; bilen ve gören tarafından ‎kulların gizledikleri şeyler kendisine vahyedilen birinci doktor Rasulullah sallAllahu aleyhi ve ‎sellem ile onun zamanında yaşayanlar elbette en doğru olanı ve en sağlıklı ilacı daha iyi ‎bilirler. Bundan dolayı onların yolunu takip etmek elbette daha evladır. ‎

Açıklama:
İmam Gazali rahmetullahi aleyh, kelam âlimlerinin sundukları delillerin herkes için faydalı ‎olmayıp çoğu kimseler için zararlı olabileceğini, avamın sahabelerin yolunu takip etmesi ‎gerektiğini belirttikten sonra gelebilecek şöyle bir itirazdan bahsediyor: “Sahabeler kelam ‎ilmiyle uğraşmadılar, çünkü zamanlarında bidatler yaygın değildi; dolayısıyla bu bidatleri ‎yok etmek için kelam ilmine ihtiyaç duymuyorlardı. Fakat onlardan sonra bidatler çoğaldı ve ‎kelam ilmine ihtiyaç doğdu; kelam ise zaten hastalık ve bidatlere ilaç olan bir ilimdir. ‎Sahabeler, kendi zamanlarında bidat hastalıkları olmadığı için bu bidat hastalıklarını ‎iyileştiren kelam ilmine önem vermediler.” ‎
İmam Gazali buna şu iki şekilde cevap verilebileceğini söylüyor:‎
Birincisi:
Sahabeler, sadece zamanlarında vuku bulmuş miras hükümlerinin tespitiyle ‎yetinmediler; mirasla ilgili henüz vuku bulmamış, muhtemel vakıaları düşünerek onlara da ‎cevap aradılar ve bununla ilgili kitaplar yazdılar. Çünkü henüz olmamış ve ileride olabilecek ‎meseleler hakkında hüküm vermekte bir zarar söz konusu olmadığını biliyorlardı, bu ‎sebeple bir mesele henüz olmadan da hakkında hüküm verilebilir. Şüphesiz bidatlere önem ‎vermek ve onu nefislerden sökmek daha önemlidir. Miras meseleleriyle ilgili tutumlarına ‎kıyasen sahabelerin, zamanlarında olmayan fakat olabilecek bidatleri düşünüp cevap ‎vermeleri, ilaç hazırlamaları daha öncelikli olarak gerekirdi. Ancak onlar bu konuda, miras ‎meselesindeki gibi yapmadılar. Çünkü bunu yapmanın, faydadan daha çok zarara yol ‎açacağını biliyorlardı; böyle yapmamaları gerektiğini şeriattan bildikleri için bu gibi ‎meselelere girmediler. Eğer şeriatın hükmünden böyle anlamasalardı mirasla ilgili ‎meselelere girdikleri gibi mutlaka bu meselelere de girerlerdi.‎
İkincisi: Sahabelerin zamanında ortaya sapık fikirler atan, Yahudi ve Hristiyanlar gibi, ‎insanlar vardı. Kimi Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in nübüvvetiyle ilgili, kimi öldükten ‎sonra dirilmeyle ilgili, kimi de başka konularda birtakım şüphe ve sapık fikirler ortaya ‎atarlardı. Sahabeler, gerek Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem hayattayken olsun gerek onun ‎vefatından sonra olsun, bu gibi sapık fikirlere karşı mücadele ederken Kur’an ayetlerinden ‎başka bir ilaca başvurmadılar; kelam ilminin kaidelerini, metotlarını kullanmadılar. Sadece ‎Kur’an’ın delilleri ve Kur’an’dan çıkan kaideler ile bu gibi sapık inançlara karşı çıktılar. ‎Kullandıkları bu delillerle ikna olan, ikna olurdu; ikna olmayana ise kılıç kullanırlardı. Fakat ‎asla Kur’an delillerinden başka, kelam âlimlerinin delilleri gibi deliller kullanmadı, yeni ‎tartışma kaideleri icat etmediler. Çünkü bu gibi şeylerin faydasından çok zararı olduğunu ‎biliyorlardı. Kur’an’ın açık delilleriyle ikna olmayan bir kişi, kılıç hariç, başka bir şeyle ikna ‎olmaz. Zira Allah-u Teâlâ’nın beyanından daha büyük, daha açık bir beyan yoktur. ‎
İmam Gazali bu açıklamalardan sonra bir istisna yaparak, bidatlerin artmasıyla Kur’an’ın ‎metodundan başka metotların da gerekebileceğini söylemektedir. Tıpkı hastalıkların ‎artmasıyla farklı ve yeni ilaç türlerine duyulan ihtiyaç gibi… Bidat hastalıkları ise Rasulullah ‎sallAllahu aleyhi ve sellem’in zamanından uzaklaşıldıkça daha da artacaktır. Bu durumda iki ‎türlü ilaçtan bahsedilebilir: ‎
Birincisi: Akli deliller. Ancak bu tür ilaçla bir kişi ıslah olsa diğer iki kişi ifsat olur. ‎Çünkü bu ilacın faydasının yanı sıra zararı da vardır. Şayet bu ilaç üç kişiye verilmiş olsa ‎bunlardan ancak biri fayda elde eder, diğer ikisi ise zarara uğrar. Bu tür ilaçtan fayda elde ‎edebilecek yani akli delilleri anlayabilecek olanlar, zekâsı yüksek olan kişilerdir; ancak onlar ‎bu delilleri anlar ve kabul ederler. Fakat zekâsı yüksek olmayanlar bu delilleri ‎anlayamayacağı için bu tür ilaç onlara zarar verecektir. Ve insanların geneline baktığımız ‎zaman zekâsı yüksek olan insanlar, zekâsı yüksek olmayan insanlara nazaran çok azdır. Bu ‎sebeple insanların çoğuna önem verip onların maslahatını gözetmek elbette daha evladır. ‎

İkincisi: Selefi salihinin yolu. Bu, zahiri teşbihi andıran müteşabih naslar hakkında ‎soru sormamak, susmak, manasını Allah’a havale edip düşünmemektir; bunu yapmayan ‎kişiye ise sopa, kırbaç ya da kılıç kullanmaktır. Bu metot, bazı insanları ikna etmese de çoğu ‎insan sopa, kırbaç ya da kılıç altında ikna olur. Bu metodun ikna edici olduğunun delili ise ‎esir alınan köle ve cariyelerin başlangıçta istemedikleri, kabul etmedikleri halde kılıç altında ‎İslam’a girip belli bir müddet sonra İslam’a kanaat getirerek gönülden bu dine tabi ‎olmalarıdır. İslam’ın adaletini ve güzelliğini, Müslümanların örnek hayatlarını gördüklerinde ‎elbette İslam’a ikna olurlar. İşte bu ikna yolu, onlar için kelam âlimlerinin sunduğu ‎delillerden daha etkilidir, çünkü kelam âlimlerinin delilleri ters etki yapabilir. Dolayısıyla bu ‎yol, birinci yoldan daha faydalıdır. Bu sebeple İmam Gazali de bidat hastalıklarının arttığı ‎dönemde kelam âlimlerinin delillerine ihtiyaç duyulduğunu ve bu delillerin fayda verdiğini ‎tamamen reddetmemekle birlikte bunların faydasının sınırlı olduğunu, ilaç gibi sadece belli ‎kişilere kullanılması gerektiğini, hasta olmayanlara ya da uygun olmayanlara kullanıldığı ‎takdirde zararlı olacağını; dolayısıyla herkese değil, zekâ seviyesi yüksek olanlara ‎kullanılabileceğini, ancak bu kişilerin istifade edebileceğini söylemektedir. Sahabenin ‎kullandığı Kur’an metodunun ise daha faydalı ve herkes için uygun olduğunu, bu sebeple ‎insanların çoğuna öncelik verilip bu metodun tercih edilmesini tavsiye etmektedir. ‎
Kayıtlı
Sayfa: [1]   Yukarı git


Eğer üye iseniz lütfen üye girişinden giriş yapınız.

Eğer üye değilseniz 10 saniyenizi ayırarak üye olabilirsiniz. 

Dosyaları indirebilmek ve de içerikleri görebilmek için

üye olmanız gerekmektedir.


  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

Sitemiz üzerinden erişilebilen şeylerde Allah'ın razı olmadığı şeyler varsa, bunları reddediyoruz.